28 Aralık 2011 Çarşamba

EĞİTİME ADANMIŞ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ

1987 Eylül'ünde Galatasaray Lisesi'nin hazırlık sınıfına başladığımda, yanımızdaki Kabataş Lisesi'nin müdürü Korel Haksun'du. 1990'lı yılların sonunda kendisiyle ÇEKÜL'de tanıştık. Birçok projede birlikte çalıştık. 2005'te Kabataş'tan emekli olduğunda ben de üniversiteyi çoktan bitirmiştim. B+ dergisi sayesinde onunla tekrar buluşma, sohbet etme şansı buldum.  


Korel Haksun'la Aralık 2011'de Kabataş Lisesi'nde buluştum.
Kabataş Lisesi’nde 20 yıl görev yapmış, lisenin bugünkü durumuna gelmesinde büyük emekleri olan, lisenin efsane müdürü Korel Haksun’la lisede buluştum. Aslında birçok sorum vardı. İlk soruyu sordum, o da cevap vermeye başladı. Anlatmayı bitirdiğinde kafamdaki tüm soruları –ona sormadığım halde- cevaplamış oldu. Bir öğretmenin sahip olması gerektiği bilgi birikimi, sadelik ve alçak gönüllükle… Bir öğrenci gibi dinledim, söylediklerini kaydettim, noktası ve virgülüne dokunmadan yayımlıyorum.

Söz Korel Haksun’da…

1940 yılında İstanbul’da doğdum. 1950 yılına kadar ilkokulun üç sınıfını burada okudum. Sonra, babamın memuriyeti nedeniyle 1950’de Ağrı’ya gittik. İlkokul 4. ve 5. sınıfları Ağrı Karaköse’de bitirdim. Ortaokul 1. sınıfı İstanbul’da okudum. Diğer sınıfları ise Ankara’da tamamladım. Lise son sınıftayken benim ne olacağım konusunda bilinçlenmem oldu. Daha çok tarihe meraklıydım. Tarih öğretmenimi de örnek alarak, mezun olduktan sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümüne kaydoldum. 1964’ün Nisan ayında mezun oldum.

İlk görev yerim Gaziantep. Gaziantep Lisesi’nde göreve başladım. 1967 yılına kadar orada çalıştım. Bir yıl öğretmenlik yaptım, geriye kalan 2 yılda müdür yardımcılığı görevinde bulundum. 1967 yılında bir telefon geldi bakanlıktan, Diyarbakır Ergani Lisesi’nin müdürlüğünü teklif ettiler. Şaşırdım, o zaman daha gencim, 27 yaşındayım. Gaziantep’teki kıdemli öğretmenlerle görüştüm, git dediler. Biz de gittik Ergani’ye gittik. İki sene görev yaptım. Orada evlendim. Evlilikten üç ay sonra tayinimi istedim. Konya Akşehir Lisesi’ne tayinim çıktı. Orada da 1971’e kadar çalıştım. Askerlikten sonra da Karabük Demir Çelik Lisesi’ne verdiler beni… 13 yıl orada müdürlük yaptım. Safranbolu’nun gelişmesi ve koruma çalışmalarına tanıklık ettim. Artık orada yapacağımı yaptım diye düşünerek tayin istedim. O zamanlar zordu tayinler. Bakanlık müfettişlerinden Şenel Birsöz İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne tayin olmuştu. Ona hayırlı olsun ziyaretinde gittim. Ne yapıyorsun, dedi. Karabük’teyim ama tayinimi istiyorum dedim. Çalışmalarımı da biliyordu Karabük’ten… Dedi ki seni Kabataş Lisesi’ne alalım. Şaşırdım! İstanbulluyum ve Kabataş’ı da biliyorum. Bakanlığa benim ismimi önerdi.

6 Eylül 1985, Kabataş Lisesi’ndeyim…

Ağustos 1985’te kararnamem çıktı. 6 Eylül 1985’te Kabataş’ta göreve başladım. 2005 yılına kadar 20 yıl hizmet ettik orada…Çok tanımıyordum okulu... Kabataş’ın İstanbul’un köklü bir okulu olduğunu biliyordum. Denizi ve Boğaz’ı sevdiğim için hep bu okulu görürdüm. Hatta ailem de benim bu okulda okumamı isterdi ama kısmet olmadı. Göreve başladığımda kayıt zamanıydı, okul çok kalabalıktı. Mehmet Kaya’yı gördüm okulda, Konya Akşehir’de beraber çalışmıştık, felsefe öğretmeniydi. Onlar okulu tanıttılar, gezdirdiler. Kalabalık okul 2000 mevcut var, 1000 öğrenci yatılı. Bina okul olarak yapılmadığı için yatakhaneler kalabalık, 50-60 kişilik koğuşlar var. 3 katlı ranzalar var. Harap bir okul. Nasıl altından kalkacağız bilemiyordum.

O zaman Kenan Evren Cumhurbaşkanı. Ben göreve başlamadan 5-6 ay once liseye ani bir baskın yapmış. Beğenmemiş okulu ve o nedenle müdürü görevden almış. Tekrar gelecek aniden diye düşünceler vardı. O gelmeden once mutfakta, yatakhanelerde kendi imkânlarımızla düzenlemeler yapmaya çalıştık. Nitekim 1986’da 29 Ekim Bayramı geliyor. 28 Ekim’de çocuklarla tören yapacağız. Kenan Evren geliyor, dediler. Okulu gezdi ve iyi bulduğunu söyledi. Bu durum benim Kabataş’a olan enerjimi çoğalttı. Eski Kabataşlılara bu bahaneyle daha rahat ulaşabildim. Onları örgütlemeyi düşündüm. Bu arada Safranbolu’da tanıştığım Prof. Dr. Metin Sözen de burada, TBMM Milli Saraylar’da danışmanlık yapıyordu. Ona danıştım. Eksik olmasın uzmanlar gönderdi, ustalar ayarladı. Ufak tefek tamiratlara başladık. En sıkıştığımız zamanlarda bize destek verdi, moral verdi.

Bir yağmur yağardı bütün çatı su akıtırdı. Yanımızdaki Galatasaray Lisesi’nin durumu da aynıydı. Ancak onlar vakıflarını kurmuş ve nakit konusunda bize göre daha iyi duruma gelmişti.

Okulumuzu otel yapmak istiyorlar

Burası önemli bir yer, benim burada iyi işler yapabilmem için arkamı sağlama almam lazım diye düşündüm. O zaman Özal zamanı… Boğaz’daki okullar yıkılacak, yerine oteller yapılacak diye bir sürü dedikodu dolaşıyor ortalıkta.

Bu arada okulun hemen yanında Feriye Karakolu’nun bulunduğu arsa Tekel’e bağlı. Başmuavin Fahri Bey bu arsanın okula katılması için çok uğraştıklarını söyledi. Bu bir hayal gibi geldi bana… Önce okulu kurtaralım dedim. Ondan sonra o arsayı hallederiz diye aklımdan geçirdim. İnceledim belgeleri, ta 1928’den beri, yani okul Kabataş Ticaret Lisesi’nin bulunduğu binadan şimdiki yerine geldiği günden itibaren o Tekel arsasını almaya çalışmış. Hep olumsuz cevap almışlar. Arsada Paşabahçe’den gelen içkiler depo edilip, bayilere dağıtılıyordu. Karakol binası çok haraptı.

Bir gün dediler ki Besim Tibuk dolaşıyor bahçede… Besim Tibuk da o tarihlerde Akaretler’deki binaları restore ediyordu. Oturduk konuştuk. Bu binalar otel olabilir mi, diye sordum. “Burası güzel bina, iyi otel olur ama kâr getirmez. İnceledim okulu, zemin altında bodrumu yok. Dolayısıyla zemin kat mutfak ve diğer hizmet birimlerinin kullanımında olmalı. Geriye kalıyor iki kat. Bunların da tavanları çok yüksek, düşüremezsin. Kalan bölümlerin tamamını oda yapsanız bile rantabl olmaz, masrafını çıkarmaz” dedi. Ben de bunun üzerine rahatladım. Bir de Galatasaray Lisesi’nden dolayı bir güvenimiz vardı. Galatasaraylıların bu liseyi otel yaptırmayacaklarından emindik. Biz de otomatik olarak kurtuluruz diye düşündük.

Kabataşlılar bir vakıf bünyesinde bir araya geliyor

O zaman Galatasaraylılar vakfını yeni kurmuş. Vakıf yetkilerini okula çağırdım, onlardan fikir aldım. İmrendim, biz de böyle bir ortama kavuşuruz diye hayal ettim. Daha önce lisenin derneği vakıf kurma teşebbüsünde bulunmuş. O zaman dernek başkanı Recep Sebilik’ti. Recep Bey’e süreci sordum. Vakıf sürecine bazı arkadaşların engel olduğunu söyledi. Ben de yapalım bu işi dedim. Derneğin gündemine getirdik.  Baktık bazı arkadaşlar vakıf kurma işine muhalif. Vakıf kurulursa derneğin imkânlarının kısıtlanacağını düşünüyorlar. Mezunlar gece gündüz okula gelmeye başladılar. Ben de alışık değilim, Anadolu’da okula sadece veliler gelir. Bunda bir iş var diyorum kendi kendime…

Grup grup mezunlarla toplantı yapmaya, okulun durumunu anlatmaya başladım. O arada personel yetersiz. Personel emekli olunca, Milli Eğitim yerine personel atamıyor. Sizin zengin derneğiniz var, dernek karşılasın, imkânı olmayan okullara personel vereceğiz diyor. Derneğin bir miktar parasını da Cumhurbaşkanı gelecek diye mutfağa yatırmıştık. Paramız bitmişti. Ne yapalım diye düşünüyorum.

Lise için bir dönüm noktası: Feyyaz Tokar

Bu arada Vuslat Sadıkoğlu diye bir hanımefendi ziyaretime geldi. Sadıkoğlu ailesini tanıyorum ama Vuslat Hanım’ı bilmiyordum. Şirketlerinde çalışan birinin çocuğunu kayıt ettirmeye gelmiş. Yardımcı oldum. Anlattım okulda yapmak istediklerimi. İhtiyacın olursa dedi kartım budur, istediğin zaman ara, dedi. Bunu hep söylerler ama arkası gelmez, diye düşündüm.

Aradan bir süre geçip sıkıntıya düşünce aklıma Vuslat Hanım geldi. Bizi kabul etti. Biraz destek olursanız kayıt zamanına kadar personelin maaşlarını verme imkânımız doğacak dedim. O zaman dernekte 10 kişi çalışıyordu. Durdu ve bu çözüm değil dedi. Benim damadım var, tanıyor musun Feyyaz Tokar’ı dedi. Feyyaz Tokar’ı tanıyorum, o zamanlar Cumhuriyet’te de yazardı. Duydum ama tanışmıyorum dedim. Hemen açtı telefonu ve Feyyaz Bey’e “Feyyaz, burada senin okuduğun okulun müdürü var, veriyorum sana bazı istekleri var” dedi. Anlattık durumu, Feyyaz Bey olumlu davrandı. Almanya’ya tedaviye gideceğini 2-3 ay içinde geleceğini söyledi. Gelince ben size ararım dedi. Nasihat aldığımızı düşündüm. Arayacağını hiç tahmin etmedim.

Aradan 3 ay geçti. Feyyaz Bey bize randevu verdi. Derneğe bağlı çalışanların 6-7 aylık maaşlarını vermeyi kabul etti. Kabataş’la ilgili düşüncelerimi de sordu. Kabataş’ı siyasilerin müdahale edemeyeceği bir okul yapmak istediğimi ve okulun binalarını iyileştirmek istediğimi söyledim. O nedenle de vakıf kurma yoluna girdik dedim. Arzu ederseniz sizin gibi bir Kabataşlıyı da aramızda görmek isteriz dedim. Ben bir düşüneyim size cevap veririm dedi.

Müteşebbis başkan olarak seçtiğimiz İstanbul eski defterdarı
Adnan Barlas başkanlığında vakıf toplantılarını yapmaya başladık. Kabataşlıları buluyoruz, toplantılara çağırıyoruz. Feyyaz Bey’le ilgili konuyu da vakıf müteşebbis heyetine açtım, olumlu karşıladılar. Nitekim aradan bir süre geçti, tekrar bizi ofisine davet etti Feyyaz Bey. Vakfa üye olmayı kabul ettiğini söyledi. Tek çekindiği konu vardı. Buranın otel olma durumu var. Eğer olacaksa okulu otel yapan bir vakıf yetkilisi olarak tanınmak istemem, dedi. Ben de Besim Bey’in ziyareti sırasında aktardıklarını Feyyaz Bey’e anlattım. O da tamam dedi. İlk toplantıya katıldı, biz de kendisini başkan olarak seçtik.

Liseliler vakıflarına kavuştu: Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı

Vakıf kuruldu ama vakfın çok güçlü olması lazım. Bir telefonla her yere ulaşabilmeli, sorunları çözebilmeli. Hep gözümüzün önünde Galatasaray Eğitim Vakfı var. Onun da başkanı o zaman İnan Kıraç. Feyyaz Bey kurucular listesine baktı ve listedeki bazı eksik isimleri de kurucular arasına almamız gerektiğini söyledi. Cahit Kocaömer de o isimler arasındaydı. Hasan Pulur, Erol Simavi ve Haldun Simavi’yi ekledi listeye... Böylelikle prestijimiz daha da yükseldi.

Feyyaz Bey medyayla ilişkilere önem verirdi. En ufak bir etkinliğimizde bile devlet kurumlarından, basından önemli kişileri davet ederdi. Vakıfta çok güzel bir sekreterya kurdu. İşlerimiz yoluna girdi. Hatta bir Ankara ziyaretimde, bakanlığa bazı ihtiyaçlarımızı istemek için gitmiştim. Bakanlıktaki müdürlerden biri “ne ihtiyacınız olabilir ki, sizin bakanlar kurulu gibi vakıf yönetim kurulunuz var” demişti.

Pilav günleri bizim için büyük bir aşama olurdu. Feyyaz Bey mutlaka 2-3 bakanı pilav gününe davet ederdi. Böylelikle kısa zamanda kamuoyu oluştu, okulun prestiji yükseldi. Artık Kenan Evren Cumhurbaşkanlığını devredeceği yıllardı… Kenan Evren’i okula çağırmak istedik. Bu daveti yapmamızın en önemli nedeni de Tekel arazisinin okula katılması isteğiydi. Tabii bu arada biz okulun harap bölümleri yavaş yavaş onarmaya başladık. Metin Hoca destek veriyor, restoratörler çalışıyor. Çatıyı da onardık.

Kenan Evren ve çözülemeyen Tekel arazisi meselesi

Sonuçta Feyyaz Bey Cumhurbaşkanı’nın özel kalemiyle görüştü, Cumhurbaşkanı’nı okula davet etti. Kenan Evren de daveti Kabul edip okula geldi. Feyyaz Bey yemekhanenin kapısında Cumhurbaşkanı’nın koluna girdi ve okulu gezdirmeye başladı. Okulla Tekel arazisini ayıran duvara yürüyene kadar Cumhurbaşkanı’na konuyu açmış. Ben de protokol konuşmamda konuyla ilgili isteklerimizi söyledim. Son olarak Kenan Evren konuştu. Bu arada Kenan Evren’le birlikte 10 bakan da okulda... Bu arazi hemen okula verilsin, dedi. 1,5 ay sonra o bahçeye girdik. Halı saha ve voleybol sahası yaptık. Çocukları oraya soktuk.

İçeri girdik ama harabe binaları da ayağa kaldırmak lazım. Toplanıyoruz, herkesten bir fikir geliyor. Ancak bu Kabataşlıların vereceği paralarla olacak iş değil. O dönemde Feyyaz Bey vakıf başkanlığını Cahit Kocaömer’e devretti. Bir öğlen Sakıp Sabancı’nın karakol rıhtımında olduğunu gördüm. Yanına gittim, okulu gezdirdim, fikirlerimizi anlattım. Hoşuna gitti. Feriye Karakolu’nu yaparız, arkadakilere karışmam, dedi. Ama bizim babamızın vasiyeti var, binada amblemimizin olması lazım, dedi. Hemen Cahit Bey’e aktardım konuyu…

Cahit Bey bir kez daha Sakıp Sabancı’yı çağırdı ve bir kez daha okulu iyice gezdik. Bir protokol yaptık ve işe başladık. Ardından dönemin Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol da destek verdi. Arkadaki Feriye resim atölyeleri yapılmaya başlandı. Onarımlar bitti ama bu yapıları nasıl donatacağız, nasıl koruyacağız, nasıl ayakta tutacağız. Müthiş bir para lazım. Bir de bina çok güzel oldu, alırlar bizim elimizden diye çok korkuyorum. Vakfa devretmeyi düşündüm. O dönemde Vakıflar Genel Müdürü ve Hazine Genel Müdürü Kabataşlı. İletişimimiz var. O binaların kullanım hakkını 49 yıllığına vakfa devrettik. Binaların donanımları için Sakıp Sabancı ve Fako Holding’in sahibi Kaya Turgut yardımcı oldu.

Türkiye’de bir ilk: Konferans salonlu, müzeli, sinemalı ve restoranlı bir lise!

Depoların olduğu bölümü konferans salonu ve sinema olarak işlevlendirdik. İlk defa bir okulun bünyesinde bir sinema olacak. O günkü şartlarla çok güzel ve modern bir sinema salonumuz oldu. En sonunda rahatladım. Sinema ve restoran yapılırken, okul da karma oldu. Bu arada süper lise statüsüne geçtik. Ortaöğrenim puanı yüksek olanları okula almaya başladık. Böylelikle 2000 kişilik nüfusumuz azalmaya başladı. Sonra da anadolu lisesine geçiş yapıldı. Benim amacım şuydu: Okulda düzeyli bir restoran var. Ayrıca salonlarda önemli toplantılar yapılıyor. Gelen geçenleri çocuklar görüyor. Çocukları toplantılara da izleyici olarak alıyoruz. Görgüleri, bilgileri artar, dünya görüşleri genişler diye düşündüm. Bunda da başarılı olduğumu düşünüyorum.

Ardından okulda bir müze açtık. Bir resim öğretmenim vardı, Güler Hanım… Vakfın ilk kurulduğu yıllarda okulun depolarını geziyoruz, Güler Hanım tarihi objeler bulup getiriyor. Onları sergileyelim, öğrenciler görsün istedim. Ufak bir salonu düzenledik. Sonra müze fikri gelişti. Bu şekilde “okul müze” projesini gerçekleştirdik. Buna da Metin Sözen ön ayak oldu. Yıldız Üniversitesi’nden Tomur Atagök’ü tavsiye etti. O asistanını görevlendirdi ve bizim “okul müze” fikrini asistanına doktora tezi olarak verdi. İki sene Tomur Hanım’ın asistanıyla çalıştık. Bu da örnek bir proje oldu.

2005 Ocak’ında emekli olacağım. O sıralarda Faruk Nafiz Çamlıbel’in damadı geldi. Kayınpederimin kitaplarını ve evraklarını üniversiteye verdik ama baktık ki bu eserleri değerlendirmemişler. Biz de bu eserleri hocalık yaptığı liseye vermek istiyoruz, dedi. Memnun olurum dedim. Kendisine emekli olacağımı söyledim ve bu benim için en büyük emeklilik hediyesi olur dedim. Metin Bey’i yine aradım, ardından Tomur Hanım’la iletişime geçtik. Okul müdürü odasının karşısındaki odayı Faruk Nafiz Çamlıbel odası olarak düzenledik. Ardından emekli oldum.

Benden sonra başmuavin arkadaşım Meral Hanım’ın Kabataş’a müdür olmasını istiyordum. Ama olmadı. Tek memnuniyet kaynağım kendisinin şu an, mezunu olduğu Galatasaray Lisesi’nde müdürlük yapıyor olmasıdır.

B+ 15. sayı

21 Aralık 2011 Çarşamba

ÜNLÜ ALMAN SANATÇI AUDİ'NİN YENİ YERLEŞTİRMESİ Q3 GALERİ IŞIK'TA

Geçen gün Teşvikiye’de yürürken, Galeri Işık’ta ne sergisi var diye meraklandım. Bir baktım ki bir araba, galerinin tam ortasında duruyor. Kendi kendime dedim ki yine bir sanatçı “yerleştirme” yapmış. Afişi okuyunca tahminimin doğru olduğuna anladım. Sanatçının adı “Audi”. Yerleştirmenin adı da Q3!

Gururlandım tabii… Bir Alman sanatçısının yeni yerleştirmesinin Galeri Işık’ta sergilenmesi, bir İstanbullu olarak bu sergiyi gezme şansımın olması beni farklı duygulara gark etti. Hele hele bu önemli sanatsal etkinliğe İstanbul’un köklü eğitim kurumlarından birinin ev sahipliği yapması ve bu kurumda okuyan öğrencilerin bu sergiyi gezerek sanatsal vizyonlarını geliştirecek olmaları aklıma gelince, duygularım içimden taşacak gibi oldu. Bravo Galeri Işık!

İnanır mısınız, bu fakir kütüğün sahibi olarak, çocuğum olmamasına rağmen kapıdan içeri girip potansiyel çocuğumun kaydını önceden yaptırmak istedim. Çocuğum Işıklı olsun istedim. Neden olmasın? Ön rezervasyona indirim yapan turizm acenteleri misali, doğmamış çocuğumu kayıt ettirirken indirim bile alabilirdim.

Sonra aklımdan bir film şeridi gibi Türkiye eğitim tarihinin önemli olayları geçti. İyi ki köy enstitülerini kapatmışız be kardeşim, dedim. Eğitim tarihimize yaptıkları katkılardan dolayı Allah razı olsun Evren’den Doğramacı’dan, dedim. Gözüm yaşardı. Parasız eğitimi savunan birileri galerinin önünden geçebilir diye düşünerek ağlamadım, dik durdum. Neoliberal politikaları Türkiye’de yeşerten, geliştiren ve bize “para” öncelikli bir hayat bahşeden Özal ve halefleri geçti gözümün önünden. Onlar bile, eğitim kurumlarındaki bu muazzam sanatsal gelişimi öngörmemişlerdir diye düşündüm.

Audi’nin “Q3 Beklentilerinizden Yaratıldı” sergisi, -yetmez ama- 20 Ocak’a kadar açık. Tavsiyem bu serginin kapanış tarihinin ötelenmesi…



18 Kasım 2011 Cuma

LORICHS'İN SİNAN'LA TEŞRİKİMESAİSİ


“Mehmet Arman Güran ve Ayşe Zekiye Abalı’nın Belleten’in Ağustos 2011 sayısı için kaleme aldıkları makalede, Melchior Lorichs’in 'Galata veya Pera denilen yerdeydim ve yıl 1559’du' notunu düşerek mürekkebiyle panoramaya hapsettiği bir ayrıntıyı gün ışığına çıkardı”.

Lorichs'in panoraması 2010 yılında Sabancı Müzesi'nde de sergilendi.

Yukarıdaki paragrafı Atlas’ın Kasım 2011 sayısı için yazdığım kısa haberden ödünç aldım. İki akademisyen 1900’lerin başından beri bilinen bir panoramayı yeniden incelediler ve panoramada gözüken sarıklı kişinin Mimar Sinan olduğunu iddia ettiler. İddialarını somut bilgilerle desteklediler. 11,45 metreye 0,45 metre boyutlarındaki panoramanın küçük bir ayrıntısına odaklanan makale hakkında görüşmek üzere Ayşe Zekiye Abalı’yla Ekim 2011’de Üsküdar’daki Şemsi Paşa Külliyesi’nde buluştum. Atlas Dergisi’ndeki habere bu söyleşinin tamamını koyamamıştım. Tamamını yayımlamak bu fakir kütüğe nasip oldu.


Sözü Abalı’ya bırakalım:

“Arman Hoca Yeditepe Üniversitesi’nde mimarlık bölümünün kurucusu… Ömür boyu Sinan’ı incelemiş. Biz de Sinan hakkında sohbet ediyorduk. Bir gün bana Sinan’ın Avrupa’yla ilişkisini ya da Avrupa’yla ilgili gelişmeleri takip ettiğini gösteren bir delil var dedi. Bir kitap sayfasındaki küçücük resmi pertavsızla incelemiş. Resimdeki figürün pergel olduğuna kanaat getirmiş ve kendisi Tezkiret-ül Bünyan ve Tezkiret-ül Ebniye’yi hatmetmiş bir kişi olduğu için ikisi arasında bir ilişki bulmuş. Ben çok şaşırdım, çok sarsıldım. Arman Hoca bana ‘bakın Mimar Sinan’ın Melchior Lorichs’le teşrikimesaisi var’ dedi. İnanamadım açıkcası. Resim çok küçük ve sararmış olduğu için bir leke bile olabilir diye düşündüm. Araştırmaya başladım. Önce Hayati Develi’nin transkripsiyonuyla Tezkiret-ül Bünyan ve Tezkiret-ül Ebniye başucu kitabım oldu. Resmin iyi bir baskısını aramaya başladım. Kitap sayfalarında olanların değil de 1902 ve 1997'de yapılmış iki baskısı var, bunlardan birini kütüphanelerde aramaya başladım. Nihayet Semavi Eyice Hoca’nın evinde buldum. Hocanın evinde resmi taradım. Sonra Arman Hoca’yla üniversitede tekrar kontrol ettik ve tamamen emin olduk ki bu bir pergeldi. Bilinçli çizilmiş bir figürdü, tesadüf değildi. Bu tezimizi Semavi Hoca’ya söylediğimde bana ‘Evet bu sağlam bir iddiadır. Söylenmesi ve tartışılması lazımdır’ dedi.

Bununla ilgili yazan kişiler, mesela Yerasimos ve Mango tıpkıbasıma önsöz yazmışlar. Onlar da, batılı yayıncılar da Melchior Lorichs’in yardımcısı diyorlar. Bu tamamen Melchior Lorichs merkezli bir bakış açısı, halbuki bu kişiye yoğunlaştığınız zaman başka bir yorum çıkarabiliyorsunuz. Bir de orta paftanın solundaki bölüm kesik yayınlanıyor her yerde… Bu bütünmüş tek bir şeritmiş, 1800’lü yıllarda kütüphane bu resmi parçalara bölmüş. Hatta Semavi Bey bana küçük bir gravür gösterdi Leiden Üniversitesi kütüphanesinin iç mekânı duvarda da bu resim asılı gözüküyor. Paris’teki serginin davetiyesi olarak kullanılmış bir resim. Eksik parçanın resim parçalara bölündükten sonra koparıldığı anlaşılıyor. Kimin kopardığını bilmiyoruz. Kompozisyona bakınca kendisi ortada sağında bir kişi var, solunda koparılan bölümün olduğu yerde de bir kişinin var olduğundan eminim.

Lorichs’in çok gözlemci bir gözü var. Her şeyi resimlemiş. ‘Türkiye Albümleri’ muhteşem bir eser. İçinde herşeyi bulabiliyorsunuz. Foto muhabiri gibi resimlemiş İstanbul’u. Resmi iki yönden incelemek lazım: Birincisi mükemmel gerçekçiliği yüzünden, ikincisi ise niye Mimar Sinan bu resmin üzerinde diye incelemek lazım. Benim artık çizimdeki kişinin Mimar Sinan olup olmadığı hakkında kesinlikle bir şüphem yok. Beni birinci soru daha çok ilgilendiriliyor. Nasıl bir teknikle resmedildiğini Almanlar incelemişler. Birkaç noktadan çizilip birleştirmiş olduğunu düşünüyorlar. Ama resmi sipariş eden kim? Bir arşivci var: Erick Fischer. Bu Lorichs’in resimlerini toparlayıp en yeni yayını hazırlayan kişi. O muhtemelen ya imparatorun emriyle ya da baronun isteğiyle yapmıştır bu resmi diyor. Ben resmi koruyan Mimar Sinan’ın olduğundan büyük çizilmiş eli nedeniyle biraz şüpheliyim. Benim fikrim bunun Kanuni tarafından sipariş edilmiş olduğu yönünde. Zaten biz, spekülatif de olsa makalemizin sonuna bu fikrimizi de ekledik. Çünkü  bu başka araştırmacılara bir yol açar diye umut ettik. Biliyoruz ki Lorichs bu resmi İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Venedik’te çizmiş. Demek ki eskizleri ondaydı. Bu durum İstanbul’da da bir resim yapmış olabileceğini düşündürüyor. Çünkü 4-5 yıl kalmış İstanbul’da…

Prof. Dr. Ayşe Zekiye Abalı Yeditepe Üniversitesi'nde çalışıyor.

Batılıların yaptığı resimler ve haritalar var. Lorichs’in yaptığına göre çok farklılar. Ian Manners diye bir eski haritalar üzerine çalışan bir uzman var. Batılıların çizdiği İstanbul resimleri için ‘orayı Doğu Roma olarak görme ve Osmanlı varlığını reddetme anlayışını yansıtma’ olarak yorumluyor. Bu şartlanmaya sahip olmayan tek kişi Melchior Lorichs. 

Yazı yayımlandıktan sonra şunu farkettim: Balyan Ailesi hakkında Pars Tuğlacı’nın hazırladığı kitapta Tuğlacı, Agop Balyan’ın padişah izniyle fesinde altın bir pergel ve gönye taşıdığını söylüyor. Buradaki padişah izni pergel ve gönyenin hassa mimarlar ocağının simgeleri olduğunu gösteriyor”. 

25 Ekim 2011 Salı

DEPREME DEBREM DERDİ BABAM


Aslında pazar günü herşey güzel başladı. Kağızman'da böyle bir manzaraya uyandım.


Sonra mecburen Kars'a dönüş... Peynir siparişlerini tedarik ve Kars kalesine son bir defa bakış!


Kaleden kente kısa bir pan! Fotoğraf makinesine panın ancak başını ve sonunu kaydedebildim. Arası hafızamda, isteyene anlatırım bedava...


Arkama döndüğümde gördüğüm manzara da bu! Bu haliyle bile etkileyici bir anıt... Bu fotoğraf 12:39'da çekildi. Yani havaalanında depreme yakalanmadan 62 dakika önce. Herşey güzel başlamıştı. Günün sonu maalesef heykelin akıbetine benzedi. Nedense aklıma babam geldi. Depreme 'debrem' derdi. 

16 Ekim 2011 Pazar

BURSALI MISIN KADİFELİ GELİN?


Yeşil Bursa'nın genel görüntüsü: Soldaki Ulu Cami Osmanlı dönemine, sağdaki TOKİ blokları yüzsüzlük dönemine ait.  


Merinos Fabrikası'ndan arta kalanlar.


İplikler, iplikler, iplikler...


Kukalar, kukalar, kukalar...


Yüzü erkek, vücudu kadın manken fabrikada iplik sarıyor.


Otomatik öreke!


Bursa deyince su, su deyince hamam, hamam deyince kubbe...


Zerzevatçı hacı amca.

7 Ekim 2011 Cuma

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 10: DASKYLEION

Bullalar[1] ve Daskyleion

20. yüzyılın başında, Perslerin Anadolu’da kurdukları dört yönetim merkezinden (satraplık) biri olan Daskyleion’un nerede olduğu bilinmiyordu. Uzmanlar, antik kaynaklarda, özellikle de Herodot ve Xenophon’un metinlerinde adı geçen Daskyleion yerini tespit etmek için araştırmalar yaptılar. Çalışmalar sonucunda iki farklı görüş ortaya çıktı. Nilüfer Çayı’nın denize döküldüğü Eşkel ve Manyas Kuş Gölü’nün güneydoğusundaki Ergili Köyü yakınlarındaki Hisartepe. Acaba hangisi esas Daskyleion’du? Bu düğümü, arkeoloji dünyasının iki duayeni çözdü.

1952 yılında, İstanbul Üniversitesi Prehistorya Bölümü’nün kurucularından Kurt Bittel’in her iki yerleşmede yaptığı bilimsel araştırmalarla ilk önemli ipuçlarına ulaştı. Ama hâlâ elde sağlam veriler yoktu. 1954 yılında Türkiye arkeolojisinin bir diğer önemli ismi Daskyleion’un sırrını çözdü: Ekrem Akurgal’ın başkanlığında Hisartepe’de yapılan kazı kampanyası sırasında, bazılarının üstünde Pers krallarının ismi yazılmış olan beş yüz bulla, kentin arşiv binası olduğu düşünülen bir yapının içinde bulundu. Böylelikle Hisartepe’nin Daskyleion olduğu arkeolojik verilerle de kanıtlanmış oldu.

Lidyalı Daskylos

Her kentin bir isim babası vardır. Daskyleion’un ismi ise Lidyalı kral Daskylos’tan geliyor. Kral, M.Ö. 7. yüzyılda yaşanan hanedan kavgaları yüzünden, Lidya’nın başkenti Sardes’ten sürgün ediliyor. Göl kıyısındaki güzel konumu nedeniyle, o dönemde adı Aphneion olan Hisartepe’ye yerleşiyor.

Antik kaynaklardan, Daskylos sürgün edilmeden önce burada bir Frig yerleşmesi olduğunu öğreniyoruz. Kazılar sırasında bulunan beş metre kalınlığındaki Frig suru, kentin yakınındaki Kösemtuğ Tümülüsü’nde bulunan Frig yazıtı ve Pers dönemine ait Frig yazıtlı steller, kentin Frig tarihi açısından da önemli bir merkez olduğunu vurguluyor. Hanedan kavgaları bittikten sonra Kral Daskylos başkente çağırılıyor, fakat göl kenarındaki bu güzel kenti çok benimseyen Daskylos, Sardes’e oğlu Gyges’i yollamayı tercih ediyor.

Ne Daskylos ne Gyges ne de ardılları, Medlerle başlayan, akrabaları Akhamenidlerle devam eden Perslerin Anadolu’ya yürüyüşünü durduramadı. M.Ö. 6. yüzyılda Sardes’i ele geçirerek Lidyalıların sonunu hazırlayan Persler iki yüz yılı aşkın bir süre, Anadolu’yu daha önce tanımadığı bir sanat ve kültür anlayışıyla tanıştırdı. Bu sanatsal ve kültürel buluşmanın izlerinin büyük bir bölümünü Daskyleion’da görmek mümkün; belki de bu kenti diğer kentlerden farklı kılan özelliklerin başında bu geliyor: Bandırma’nın göbeğinde 2500 yıl öncesinin gelenekleriyle bir İran kuruluyor; sarayları, tapınakları, evleri ve günlük yaşamda görülebilecek tüm öğeleriyle…

Perslerin hoşgörüsü

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Daskyleion, Persler’in Anadolu’da kurduğu dört ana yönetim merkezinden biri. Kentin merkezinde yönetimin başındaki satrapın sarayı yer alıyor. Saray kazısında çıkarılan buluntular hem Pers hem yerel özellikler gösteriyor. Bu durum, 1988’den beri kentte kazıları yöneten Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü arkeologları tarafından, yerel ustaların Pers sarayının yapımında çalıştırıldığı şeklinde yorumlanıyor. Pers stilinde yapılmış Frig yazıtlı steller ise ilk olarak Daskyleion’da gün ışığına çıkarılıyor. Bu da Friglerin Akhamenid Satraplığı boyunca kentte yaşamlarını sürdürdüğünün bir kanıtı ve Pers hoşgörüsünün bir göstergesi olarak sunuluyor, kenti kazan arkeologlar tarafından…

Büyük İskender’in Anadolu’ya gelmesiyle, Anadolu’yu iki yüzyılı aşkın bir süre yurt edinmiş ve kültürünü bu topraklardaki yerel kültürlerle harmanlamış Pers dönemi son buluyor; Büyük İskender’in komutanlarından biri olan Parmenion kenti ele geçiyor.

Daskyleion kazıları halen devam ediyor. Anadolu’da az rastlanan Frig ve Akhamenid dönemlerine tarihlenen kazılmamış kültür tabakaları, kazıların daha uzun yıllar devam edeceğinin ve Anadolu kültür tarihi açısından önemli bilgilere ulaşılacağının müjdecisi…

Kentte arkeologlar tarafından gün ışığına çıkarılan önemli buluntular, Bandırma Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Müze pazartesi günleri dışında her gün ziyarete açık.






[1] Bulla, mühür baskısı anlamına gelir. Eskiçağ’da bullalar, iletişimin güvenliğini sağlamak amacıyla mektupların üstüne basılırdı. Bullalar arkeologlar için, kazılarda bulunan her buluntu gibi, yapıldıkları dönem hakkında önemli ipuçları taşırlar.

22 Eylül 2011 Perşembe

BELLA ESKENAZİ YENİDEN

Bu fakir kütüğün istikrarlı takipçileri haziran ayındaki bir izlenim yazısına -diğer yazılara göre- daha çok ilgi göstermişti. Yazı olmasa da, yazının konu aldığı kişi Bella Eskenazi bu ilgiyi fazlasıyla hakeden bir kişi. Haziran ayında yaptığımız söyleşi Nazan Ortaç'ın kaleminden, benim fotoğraflarımla B+'nın 14. sayısında yayımlandı. Söyleşiyi dergideki haliyle sizlerle paylaşmak istedim.


Bunu görüp haziran ayındaki yazıyı merak edenlere de hemen link verelim: Tıklayınız lütfen!



21 Eylül 2011 Çarşamba

AKDENİZ'DEN EGE'YE ATLAYANLAR

 1. ADIM: Dizlerini kır, tüm gücünü topla!
 2. ADIM: Knidos'tan aldığın güçle zıpla!
3. ADIM: Rahat ol düşeceksin, bugüne kadar kimse havada kalmadı. 
O da ne? Nicholas ne yapıyorsun?

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 9: LARİSA

Kuzeybatı Anadolu’daki tüm kentler, maalesef Troia, Assos veya Alexandria Troas kadar şanslı değiller. Bazılarının, tarihte geçen isimleriyle günümüzde bulundukları yerler bile çakıştırılmamış. Uzmanların birçok Kuzeybatı Anadolu kentinin nerede olduğu konusunda yaptığı tartışmalar hâlâ devam ediyor.

Bu tartışmaların uzun bir dönem devam ettiği kentlerden biri de Larisa, yani günümüzdeki adıyla Limantepe. Calvert’in ilk olarak 1859 yılında sunduğu tezler Larisa’nın Çanakkale’nin Ayvacık İlçesi Kösedere Köyü yakınlarında bulunan Limantepe olduğunu kanıtlıyor. 1884 yılında Limantepe’yi gezen Scliemann ve 1972 yılında yaptığı araştırmaları yayımlayan Cook da Limantepe’nin Larisa olduğu konusunda hemfikirler.

Çözümlenemeyen zorunlu göç

Kentin tarihi diğer kuzeybatı Anadolu kentleriyle paralellikler taşıyor. M.Ö. 8. yüzyılda Aiol etkisi görülmeye başlanıyor. M.Ö. 7. yüzyılda Larisa’ya Lesbos Adası’ndan gelenlerin egemen olduğunu anlaşılıyor. İzleyen yıllarda Atina’yla ticari ilişkilerin başlıyor. M.Ö. 5 yüzyılda Larisa, Attika Delos Deniz Birliği’ne katılıyor. Birliğin önemini yitirmesiyle kent, Perslerin Marmara Denizi’nin güneyinde kurdukları satraplık (yönetim) merkezi olan Daskyleion’a bağlanıyor. Pers egemenliğini sona erdiren, M.Ö. 4. yüzyıldaki Büyük İskender’in kuzeybatı Anadolu’ya gelişi ve bölgedeki kentlere verdiği özgürlükler Larisa’ya da fayda sağlıyor. 

Büyük İskender’in ölümünden sonra komutanlarından Antigonos’un başlattığı zorunlu göç politikasına Larisa’nın da katıldığı antik kaynaklarda yazıyor. Ancak kaynaklar, arkeolojik verilerle karşılaştırılarak doğrulanmış değil. Bir başka soru ise M.Ö. 301’de Antigonos’un ölümüyle sona eren Alexandria Troas’a yapılan göçlerden etkilenen halkların yeniden kendi kentlerine döndüler mi? Antik kaynaklar Larisalıların kentlerine dönüp dönmediklerinden bahsetmiyorlar. Dolayısıyla bu sorunun cevabı, kentte yapılacak arkeolojik kazıların sonucunda aydınlanacak.

M.Ö. 3000’den M.Ö. 3. yüzyıla…

Larisa’da sadece Calvert 1859 yılında kısa süreli kazı çalışması yapıyor. Günümüze kadar süren diğer arkeolojik çalışmalar ise yüzeyden toplanan buluntuların değerlendirilmesinden ibaret. Durum böyle olunca kentte gelen ziyaretçiler, antik kentlerde görmeye alışık olduğumuz kalıntılar yerine, sürekli olarak üstünde tarım yapılan bir höyükle karşılaşıyorlar.

1987 yılında kentin yakınında bulunan Apollon Smintheus Tapınağı’nı kazan Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi arkeologlarının Larisa’da yaptıkları yüzey araştırmaları birçok bilgiye ulaşmamızı sağlıyor. Toplanan yüzey buluntularına göre höyük M.Ö. 3000 ile M.Ö. 3. yüzyıl arasında iskân edilmiş. Bu araştırma sayesinde antik kaynaklarda adı geçen, Larisa’nın 600 metre güneyinde liman kalıntıları da bulunuyor. Araştırmaların bir başka önemli sonucu da limanın hemen yakınında olan Limantepe’ye göre daha küçük bir höyük. 

Denize yakın olmanın ve Tuzluçay’ın suladığı verimli toprakların avantajlarını yüzlerce yıl iyi bir şekilde kullanarak gelişen kent zamanın, tarımın ve kaçak kazıların tahribatından zarar görmeye devam ediyor. Kısa bir zaman içinde başlamasını ümit ettiğimiz arkeolojik kazılar Larisa hakkında karanlıkta kalmış soruların cevaplarını bulacak; Larisa’yı gezi rotalarına ekleyen arkeoloji ve tarih meraklılarının sayısı hiç kuşkusuz artacak.

21 Ağustos 2011 Pazar

BİZİM ORALAR!

Bizim oralar, nereler? Eskiden Adapazarı, Bilecik, Bozöyük, Kütahya, Afyon, Burdur, Kemer ve en sonunda Yaka'ydı, Tlos'tu... Şimdilerde Yenikapı, Bursa, Manisa, İzmir, Aydın, Bafa, Göcek, Fethiye ve Yaka!

Evin 1 kilometre ötesindeki Tlos kenti bazilikası

Tlos stadiumu

Selçuk Kızılkayak yapımı muhteşem mangal!

Patara'nın İstiklal Caddesi

Patara deniz feneri! Türünün ender örneklerinden...

Deniz fenerini göz kamaştırıyor!

15 Ağustos 2011 Pazartesi

AŞIKLI HÖYÜK'TEN İZLENİMLER

Bu fakir kütüğün gönlü zengin sahibi -önceden buradan duyurduğu üzere- haftasonu için Aksaray'daki Aşıklı Höyük'teydi.


Az sayıda fotoğraf çekti. Çektiklerinden fazlasını hafızasına almayı tercih etti. İşte çektiklerinden bir bölüm! Hafızaya aldıklarını da ileride yazacağını söylüyor. Ama belli olmaz, bununla da idare edebilirsiniz.




Şimdi diyebilirsiniz ki bunun Aşıklı'yla ne alakası var... Aşıklı'ya gidilirken binilen THY Kayseri uçağının penceresinden Mağlova ve Güzelce kemerleri avlanırsa, buraya konulmayı hak eder. Her ne kadar fotoğrafın kalitesi kötü olsa da...



Sabah ilk iş tepeyi ziyaret. Radikal Gazetesi'nin arkeoloji haberlerinin fantastik başlıklarından aldığım ilhamla 'her fotoğrafa bir başlık' kampanyası başlatıyorum. Tabii ki her başlıkta 'en', 'ilk' gibi olmazsa olmazlar yer alacak. Üsteki fotoğraf için önerim şu: Dünyanın ilk neolitik şemsiyeleri Aşıklı'da bulundu! İkisi sarı, biri kırmızı olan şemsiyeler için Galatasaray Kulübü de devreye girdi.




Neolitik dönemin ilk dilek kuyusu yine Aşıklı'da!


Dans eden Neolitik bebek gün ışığına çıkarıldı! Üstelik bugüne kadar bulunanların en güzeli ve en iyi dans edeni.

Neolitik dönem labradorları çiçeksiz uyumaz!

Neolitik dönemden bugüne sönmeyen ateş bulundu. Uzmanlar burada pişirilen etlerin, gazetelerin duyurduğu dünyanın en uzun neolitik tüneli kullanılarak İrlanda'ya kadar götürüldüğünü belirtiyorlar. İlk paket servis Neolitik dönemde yapıldı!


Bu kadar dalga yeter! Yolunuz Aksaray'a düşerse Aşıklı Höyük'ü gezmeden dönmeyin. Düşmezse Aşıklı Höyük kazılarının güzel sitesi de size fikir verecektir.

11 Ağustos 2011 Perşembe

AŞIKLI HÖYÜK'E DOĞRU...

Ufuk Esin’in adını arkeoloji bölümüne girdiğim 1995 yılında duydum. Sonra kendisini gördüm prehistorya laboratuvarında... Ufak-tefek, ama her halinden bilgili-görgülü olduğu anlaşılıyordu…

Bir sonraki karşılaşma 1998 yılında Aşıklı Höyük’teydi… Şapkasıyla tepedeki haymanın altında oturuyordu.

Sonraki karşılaşma ise benim için dönüm noktasıydı. Arkeolojiyi bitirmiş ve sanat tarihinde yüksek lisans yapmak istiyordum. Herhalde yıl 1999… Amacım ülkede pek de itibar görmeyen, hatta kavram olarak kabul görmeyen ‘Bizans arkeolojisi’ hakkında birşeyler yapmaktı. Malumunuz arkeologlar Bizans kazmayı sevmiyor, sanat tarihçiler ise kazmaktan hazzetmiyor…

Edebiyat Fakültesi’nin kasvetli sınıflarından birine girdim, bir gün önceden aldığım kumaş pantalon ve gömlekle… Danışman hocamın kravat takmak gerekir uyarısı aklımdaydı, ama bünyeye ters geldi, takmadım, elimde tuttum.

Karşımda üç hoca! Ama sonradan anladım ki bana hoca gelen bir tek Ufuk hoca! Diğer iki hoca klasik sorular sordu, daha önceden hazırlandığım… Ufuk Hoca ise ayda ne kadar kitap okuduğumu sordu sadece. Evet, evet ne kadar kitap okuduğumu… Şaşırdım! Kurulmuş saat gibi diğer iki hocaya cevap yetiştirmeye çalışan ben, bu basit soruya zor cevap vermekte zorlandım. Dedi ki bol kitap okursan herşeyin üstesinden gelirsin. Ne olursa olsun diye ekledi!

Şimdi, daha doğrusu iki gün sonra onun kazdığı, can arkadaşlarımın çalıştığı Aşıklı Höyük kazısını ziyarete gideceğim. Bu vesileyle yakın zamanda kaybettiğimiz Ufuk Hoca’yı bu fakir kütükte anmak istedim. Can dostlarımdan Güneş Duru'nun kaleminden çıkma, benim editörlüğünü yaptığım dergide yayımlanan bir yazısını da ekleyerek!

İyi kazılar!

İlgilenenlere not: Sınavı verdim :)















8 Ağustos 2011 Pazartesi

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 8: ANTANDROS

Yollar sevenleri birbirine buluşturduğu gibi, bazen de toprak altında kalmış antik kentleri gün yüzüne çıkarıyor. 20. yüzyılın başından beri birçok sikke ve anıtta adı geçen Antandros da bunlardan biri.

Balıkesir’de, Altınoluk-Edremit karayolunun ikinci kilometresindeki kentin tespiti, 1968 yılında Cook tarafından yapılıyor. Fakat arkeolojik çalışmalar, 1980’li yılların sonundaki bir yol yapımı nedeniyle başlıyor.

Edremit Körfezi’ndeki kentin tarihi hakkındaki bilgiler çok çeşitli… Birçok antik kaynak, önemli bir liman ve tersane kenti olduğundan, Kimmerlerin yoğun etkisinden bahsediyor kent için… İda Dağı’ndan gelen kaliteli kerestenin, Antandros limanlarından Ege kentlerine gittiği biliniyor. Bu bilgileri doğrulayabilmek için Ege Üniversitesi arkeologları, kentte yaptıkları kazı çalışmalarına ek olarak, su altı yüzey araştırmaları da yapıyorlar.

Kimmerlerin İzi

Göçebe oldukları için Anadolu’da fazla iz bırakmayan, tüm noktalarıyla araştırılmamış halklardan biri de Kimmerler. Anayurtları olan Karadeniz’in kuzeyinden, İskitlerin baskısıyla Anadolu’ya geldikleri biliniyor. Korkusuz savaşçılar olarak ünlenen Kimmerler, Frig ve Lidyalıların başlarını dertten eksik etmiyor; Gordion’u yağmalıyorlar, Sardes’i alıp Lidya kralı Gyges’i öldürüyorlar. Bu süreç içinde Anadolu’da yerleştikleri tek yerin Antandros olduğu düşünülüyor. Arkeologlar, M.Ö. 6 yüzyıldaki kalın yangın tabakasını Kimmerler’e ait bir iz olduğu düşüncesindeler. Çünkü yazılı kaynaklara göre Kimmerler bir yüzyıla yakın yaşadıkları Antandros’ta, M.Ö. 570’te Lidya Kralı Kroisos’la yaptıkları savaşta yeniliyorlar. Bu yenilgi Kimmerlerin Anadolu’daki sonunu hazırlıyor. Kent, 6. yüzyılın başlarında, tüm Anadolu’yu etkileyen Perslerin egemenliğine giriyor.

Roma villası Efes’tekilerle yarışıyor

Kentteki önemli buluntu topluluklarından birini de Geç Roma Dönemi buluntuları oluşturuyor. Bunların arasında M.S. 4. yüzyıla tarihlenen bir Roma Villası var ki diğerlerinden ilk bakışta ayrılıyor: Edremit Körfezi’ne bakan eğimli alanda kurulu villa, 33 metre uzunluğunda tamamı mozaik döşeli portiko’su (sütunlu avlu), opus sectile’li (çeşitli boyda ve biçimde kesilmiş renkli mermer parçalarıyla oluşturulan döşeme) odaları, yer yer mermer yer yer duvar resimleriyle kaplı duvarları, latrina’sı (umumi tuvalet) ve hamamıyla, dönemin sivil mimari anlayışı ve günlük yaşam hakkında birçok bilgi sağlıyor.

600 Yıllık bir nekropol

Mezarlıkların kötü duygular uyandırmadığı insan sayısı herhalde çok azdır. Arkeologlar için mezarlıklar veya onların deyimiyle nekropol, (ölülerin kenti) çalıştıkları dönem hakkında birçok bilgi elde edebilecek laboratuarlardır. Hele hele Antandros’ta kazan bir arkeolog için, Anadolu’nun en özel laboratuarlarından birinde çalışıyor dersek, yanlış olmaz. Antandros nekropolü, M.Ö. 8. yüzyıldan M.Ö. 1. yüzyıla kadar kesintisiz olarak kullanılıyor.

2001 yılında bu yana sürdürülen kazılarda elde edilen bulgular, Antandros’un Troas Bölgesi’nin önemli kentlerinden biri olduğunu kanıtlar nitelikte… Kanıtları yakından görmek için Balıkesir ve Bursa arkeoloji müzelerini görmek gerekiyor.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

NAFTALİN KOKAN FOTOĞRAFLAR SERİSİ

AFGANİSTAN'DAN İNSAN MANZARALARI

Beş yıl öncesinin anılarını depreştireyim dedim!


Yeşil parkalı Peştun


Çin malı bunlar!



Kabil çarşısının gülen çocukları



Mutluluğun resmi


Hayatımda gördüğüm ilk seyyar vazelin satıcısı


Pideler çıtır, ama keyfim yok! Ne yapayım?


Mezarlıkta patates kızartması satan genç. Bunun keyifler keka


Kabil'de saç tıraşının kralı kaldırımda olur


Mezar-ı Şerif yoluna çığ düşer, Afganlar seyreder


Çocukken herkesin evinde bir ağlayan çocuk tablosu vardı. İşte o!


Ne kadar pis, o kadar lezzetli kuralı Kabil'de de geçerli


Kadim dostum Zübeyir!