Usta fotoğrafçıyla
İstanbul Fotoğraf Müzesi’nde açılan “Önce Radyo Vardı” sergisi vesilesiyle
buluştum. Fotoğrafa nasıl başladığını, şiir tutkusunu ve gençlik yıllarını
geçirdiği Beşiktaş’ı konuştum.
Fotoğrafla
başlayalım isterseniz…
Kabataş Lisesi’nde yatılı olarak okuyordum.
Yıl 1953. Liseler üç yıldı, birden dört yıla çıkarıldı. Dördüncü seneyi
fazladan okumamız gerekti. İşte o yaz tatilinde memleketim olan Edremit’te,
fotoğrafa ve görsel sanatlara ilgimi bilen bir baba dostu vardı, vaktiyle
fotoğrafçılık yapmış ama o sıralarda gözlükçülük yapıyordu. Fotoğraf malzemesi de
satmaya devam ediyordu dükkânında.
Alaminütçü fotoğrafçılar vardı beş-altı tane, onlara malzeme satıyordu.
Döviz kıtlığından memlekete ne fotoğraf makinesi giriyor ne malzeme... Ona
satılması için iki tane fotoğraf makinesi geldi. Çay kutusu gibi bir şey; tenekeden
preslenmiş, üzeri pütürlü, çağla rengi fırın boyasıyla boyanmış; pertavsız gibi
tek elemanlı bir objektifi var; 6x6 fotoğraf çeken oyuncak gibi bir makine.
Fehmi Mine dediğimiz babamın dostu, “Ozan’a bu makinelerden birini verelim”
dedi, merakımı bildiği için... İki de film hediye etti. Birini Edremit’te
doldurdum. Birini de Edremit’in iskelesi Akçay’da. O zaman 19 haneli bir iskele
mahallesiydi Akçay. Bu iki filmi yıkadı. Ona fotoğraf meraklısı, o zamanın
amatörlerinden iki tane İstanbullu yedek subay gelip gidiyorlardı. Malzeme ve
biraz da bilgi almak için geliyorlardı. Birinden Edremit’in Kurşunlu Camii
fotoğrafı çıktı. İkincisinden de Akçay’a adını veren çayın içinden suları yara
yara geçen bir at arabası. O ikisini görünce Fehmi Abi, o subaylara
“göreceksiniz Ozan’ın fotoğrafları bir gün Avrupa mecmualarında neşredilecek”
dedi. Bu beni gaza getirmiş olmalı ki demek biz de iş var dedim, fotoğraf
çekmeye devam ettim.
Makine
duruyor mu hâlâ?
Ankara’da bir Meydan Sahnesi vardı, orada
bir oyunda bir aksesuar olarak bir fotoğraf makinesi lazım olmuş. Verdim onu,
geri istediğim zaman benimle alay ettiler. Öyle gitti makine.
Biraz
Kabataş yıllarına dönecek olursak…
Geldik 1953-1954 sezonuna. Lisenin dördüncü
sınıfını okuyorum. Yatılı olarak
okuyorum. Yatakhanemizin büyük bir salonundaydı benim yatağım. Her yıl okula
bir hafta, on gün önce gelirdim, pencere kenarında karyola yeri kapmak için…
Biraz soğuk olur ama geceleri Boğaz’ın seyrine doyum olmazdı. Balıkçı kayıkları
lüks lambalarıyla çıkardı, ateş böcekleri gibi dolaşırlardı. Arada bir şehir
hatları vapurları geçerdi. Hani Yahya Kemal “Hayal Şehir” şiirinde “Üsküdar’ın
fakir evlerinin ışıklarından” bahseder ya bizim karşımıza Kuzguncuk-Beylerbeyi
düşüyor, orada da hakikaten fukara ışıklar var. Onları seyretmek hoş oluyordu.
Bir sabah uyandım, bir tuhaf beyazlık var ortalıkta. Camlar buz tutmuş, sildim,
baktım; Boğaz bembeyaz. “Arkadaşlar, arkadaşlar uyanın Boğazı buz tutmuş” diye
bağırdım. Buzların bir yerden geldiğinin farkında değilim tabii… Giyindik,
dışarı çıktık, rıhtımdan buzları seyrediyoruz. Filmim yok, hemen okuldan çıktım.
Yatılı öğrenciyi nasıl saldılar bilmiyorum ama Beşiktaş’a gittim. Şemsi
Yastıman’ın saz dükkânı vardı. Onun yanında bir fotoğrafçı dükkânı vardı.
Oradan iki tane roll film aldım. Döndüm okula. Okulun rıhtımında bütün olayı
fotoğrafladım. Üst kata çıkıp çektim. Ortaköy Camii’ni çektim. Buz kütlelerinin
üstüne çıkan arkadaşları kutup fatihleri gibi fotoğrafladım. Onlardan birisi
sahilden ayrıldı. Okulun bir kayıkhanesi vardı, Galatasaray Lisesi’nin duvarına
yapışık. Orada da iki tane yarış kayığı dururdu. Onlardan birini indirdiler ve
o iki arkadaşı kurtardılar. Bir-iki arkadaşı da Yüksek Denizcilik Okulundakiler
sandalla kurtardılar. İlk seri fotoğraflarım da Boğaz’a buzların gelmesiyle
1954 kışında oldu.
Lisede okurken yatılı öğrencilerin en büyük
zevki dışarıya kaçmaktır. Öğle vakti uzunca bir teneffüs olur, bir de dersler
bitince etüt saatine kadar bir zaman olur. O aralarda Ortaköy’e çıkardık,
Dereboyu’nda turşu suyu alırdık. Bir muhallebici vardı, oraya giderdik. İkinci
etap Yıldız Parkı’ydı. Fırsat buldukça oraya giderdik. En çok gittiğimiz yer de
Beşiktaş Çarşısı’ydı. Orada bir sinema vardı. Ya iki ya üç film birden
oynatırdı. O sinemaya çok kaçardık. Cumartesi öğleden sonra artık hafta sonu
tatili olurdu. Tramvaya binerdik. Dolmabahçe’ye kadar gelirdik. Oradan da
Beyoğlu’ndaki sinemalara giderdik. 14:30, 16:30, 18:30 seanslarında üst üste
sinema izlerdik. Hachette ve Saray kitabevlerine giderdim. Saray’da ilk defa
kitapların tezgâh üzerinde durduğu ve karıştırabildiği bir düzen vardı. İlk
defa görüyorduk bunu. Hachette daha çok yabancı dergiler satardı. Öncelikle
İngilizcemizi ilerletmek için resimli dergiler alıyorduk. Biraz İngilizcem
gelişince artık fotoğraf dergileri almaya başladım.
Edebiyat dersinde Yunus Emre okutulurdu.
Ben Yunus Emrevari bir şiir yazardım, hocaya gösteriş olsun diye. Nedim’i
okuttular, Nedim gibi bir gazel yazdım. Edebiyatçılar felsefeciler Behçet
Necatigil’in öğrencilerinden çıktı. Çünkü Behçet Hoca acayip bir şekilde
öğrencisini etkileyen bir hocaydı. Ama dört sene içinde ben onun öğrencisi
olamadım. Çünkü o Fransızca sınıflarını tercih ederdi ben de İngilizceye devam
ediyordum. Gene de beni sivri bir tip olarak tanırdı. Mesela Kabataş’tan dönem
arkadaşım Hilmi Yavuz’a bir gün takıldım: “Eğer Behçet Necatigil benim hocam
olsaydı şairi azam şimdi bendim” dedim. O da “ben de fotoğrafın üstadı olurdum”
dedi. “O biraz zor” dedim.
Resim öğretmenimiz vardı Adnan Kocabay, o
da benim hocam olmadı ama aynı zamanda muavinlik yaptığı için bütün öğrenciler
tarafından tanınan bir hocaydı. Emekli oldu, Ortaköy’de Tramvay Caddesi’nde (bugünkü
Muallim Naci Caddesi), Dereboyu’na gitmeden küçük bir kırtasiye dükkânı açtı. Aynı
zamanda orada İstanbul’daki fotoğrafçılardan küçük vesikalık fotoğraflar
toplardı. Onların reprodüksiyonunu yapıp 30x40 veya 50x60’a büyütür ve hafif
tertip basardı. Ardından pastelle boyayarak fotoğrafı canlandırırdı. Renkli
fotoğraf olmadığı için o dönemde fotoğrafçıların böyle bir işi daha vardı.
Lise dört yıla çıkınca, o güne kadar iyi
bir öğrenci olmama rağmen, derslere ilgim kalmadı. Bütünlemeye kaldım. Boş
senem geçmesin diye bir sene Edremit’te sinema makinistliği çıraklığı yaptım. O
sırada boyuna iş düşünüyorum. Kendim bir agrandisör yaptım. Fotoğraf çekmesini
biliyorum. O zaman ofset matbaaları yoktu. Osmanlıca veya Fransızca basılmış
kartlar da satıştan çekilmişti. Ama bayramlarda ve yılbaşında müthiş bir
tebrikleşme âdeti var. Bu iş o dönemde fotoğraf kâğıdına basılmış
kartpostallarla gideriliyor. Ben de acaba öyle bir şeyler yapabilir miyim diye
düşündüm. Adnan Kocabay fotoğrafla ilgilendiği için bir Rolleiflex makine
almıştı. “Bir günlüğüne bana verir misin, İstanbul fotoğrafları çekeyim” dedim.
Oğullarından birini yanıma katarak makineyi verdi. Yıldırım hızıyla Barbaros
Heykeli’nden başladım. Oradan Galata Köprüsü’ne gittim. Oradan bazı manzaralar
çektim. Sultanahmet civarını çektim. Döndüm, vapura bindim Üsküdar’a gittim.
Üsküdar’da güneş yavaş batıyordu, Kız Kulesi’ni çektim. Dört filmde beş-altı
tane fire vermişiz, 40 tane sağlam İstanbul manzarası 6x6 negatifi var. Ama
kartpostal işini beceremedim. Malzeme sıkıntısı vardı. Gelen az sayıda fotoğraf
kâğıdı, dernekler ve ticaret odaları aracılığıyla sayıyla fotoğrafhanelere
dağıtılıyor. Biz o sıraya giremedik, barut olmayınca hiçbir şey olmuyor tabii…
Ama 40 tane güzel resmim oldu.
Ertesi sene gene sınavlara falan gireceğim,
o boş seneyi İstanbul’da değerlendireyim dedim. Bir fotoğrafhaneye çırak
girerim diye düşündüm. Taksim’den başlayarak bütün İstiklal Caddesi’ni
fotoğrafhane fotoğrafhane dolaşacağım, size eleman lazım mı diye soracağım. Bekâr
Sokak’a girdim. Foto Sait diye bir yer vardı. “Size eleman lazım mı?” dedim. “Ne
yaparsın sen?” dediler. “Karanlık odada resim basarım” dedim. “Deneyelim”
dediler. Sait Bey hastalıklı, incecik bir insandı. Fakat bir hanımı vardı,
Polonyalıydı, iri yarı devasa birisiydi. Zaten fotoğrafhaneyi o idare ediyordu.
Bunların Taksim Anıtı’nın önünde iki tane şipşakçı fotoğrafçıları var. Bir de
düğün salonları vardı ellerinde… O kadın makine gibi fotoğrafları basıyordu.
Ben iki saat kompozisyon arayacağım, net edeceğim, sonra da onu çevire çevire
banyo edeceğim. Onların hızına ulaşmam mümkün değil. Bir-iki gün çalıştım, beni
de sevdiler herhalde. Başlarından atmayı pek istemediler. Bir gün Sait Bey,
cadde üzerindeki Foto Lale’ye götürdü beni. Beş-altı kişi toplanmış orada,
İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği’nin yönetim kurulu toplantısını
yapıyorlarmış. Sait Bey onlara “hani okuryazar bir kâtip arıyordunuz ya onu size
getirdim” dedi. İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği’nin kâtibi oldum. Yönetim
kurulu toplantılarını deftere inci gibi bir yazıyla geçiriyorum, bir de
üyelerden aidat topluyorum. İşin zor tarafı da buydu. Ama bunu da zevkli hale
getirdim. Fotoğraf malzemeleri; filmler ve kâğıtlar o zaman dernekler
aracılığıyla dağıtıldığı için önemli bir görevdi bu. Ne kadar fotoğrafçı varsa
hepsi bize üye, alaminütçüden en lüks fotoğrafhaneye kadar… Derneğin başkanı
Şevket Tanju’ydu. Bugün Agos Gazetesi’nin bulunduğu binanın asma katında Foto
Tanju diye bir dükkânı vardı. O zaman İstanbul’un en lüks ve kaliteli iş yapan
fotoğrafçılarının başında geliyordu. Şevket Bey emekli hava astsubayıydı. Bunu
Fransa’ya göndermiş ordu, hava fotoğrafçılığı eğitimi için... Orada portre fotoğrafçılığını
da öğrenmiş. Hem çekim, hem karanlık oda ve rötuş bakımından fevkalade
birisiydi. Ben orada onun çırağı değildim ama gözlem yaparak eğitim aldım
sayılır.
Oradayken bir gün Cumhuriyet Gazetesi’nde
bir ilan gördüm. Yıl 1956. “Fotoğrafçılardan manzara fotoğrafı satın
alınacaktır. Negatifleriyle birlikte Klodfarer Caddesi 7 numaraya müracaatları…”
Gittim, orası Doğan Kardeş Matbaası’ymış. Bir ışıklı masa kurulmuş, etrafında
Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es, Carl Rudolf isimli bir Alman
fotoğraflarıma baktı. On tane fotoğrafımı seçip aldılar. Sultanahmet Camii’ni
kapısından içeri doğru gösteren bir fotoğrafımı aldılar. Galiba bir Ayasofya
fotoğrafımı aldılar. Kız Kulesi’nin siluetine bayıldılar. Şevket Rado “gidin
muhasebeden paranızı alın, sonra da gelin sizinle konuşalım” dedi. Ferid Namık
Hansoy’du muhasebe şefi. Jules Verne’in bütün romanlarını Türkçeye çeviren
kültürlü biri. Ozan Bey “kusura bakmayın 30 lira kadar bir kesinti var” dedi.
Ben de içimden kesintisi 30 liraysa esası kim bilir ne kadardır diye
düşünüyorum. O sırada kâtiplikten 100 lira maaş alıyorum. Elime 470 lira para
saydılar. İnanılmaz bir paraydı benim için.
İdare binasına gittim tekrar Şevket Rado’yu
bulmak için. “Sizinle Hikmet Feridun Es konuşacak” dedi. Hoş sohbet, toleranslı
bir adamdı. “Biz iki aya kadar burada Hayat Mecmuası’nı haftalık olarak
çıkaracağız, Babıali tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk. Onu sende bulduk
bizimle çalışır mısın?” dedi. Ben önce “işinize yaramam” dedim. “Mayıs’ta
sınavlar var, tek dersten takıntım var. Onu verirsem mimar olmak istiyorum. Veremezsem
tecilim artık kalmadı askere gideceğim” dedim. “Sen yine de bir düşün” dedi.
O sırada Hilton Oteli yeni açılmıştı. Onun
Cumhuriyet Caddesi’ne bakan kapısında iki sıra dükkânlar vardı. Bir tanesi
Burla Biraderler kiralamış. Orada da Çekoslavak malı Flexaret bir makine ithal
etmişler. Onu vitrine koymuşlar. Üzerinde bir etiket, kaç lira dersiniz? 472
lira! “Git bu makineyi al” demişler. Hayatımdaki mucizelerden biri… Hemen makineyi
aldım.
Düşündüm, fotoğraf başına 50 lira
veriyorlar. Artık makinem de var. Gittim
hemen İzmir’e; Bergama, Efes dolaşıp fotoğraflayıp geldim. Tekrar aynı yere
gittim. Hayat Mecmuası’nın ilk yazı işleri müdürü İbrahim Çamlı ve ilk
sekreteri olacak Semiral Bilbaşar da oradalar. Fotoğraflarımı beğenip beğenip
bir kenara koyuyorlar. Ben de “50, 100, 150…” diye içimden sayıyorum. “Oh
milyoner olacağım birazdan” dedim. Hemen sonra “tamam 8 liradan hesaplayalım”
dediler. “Ne yapıyorsunuz?” dedim, “50 lira verdiler daha önce.” “Önceki
fotoğrafları kartpostal basmak için telif haklarıyla birlikte aldılar. Biz
dergide bunu veriyoruz” dediler.
Ağlamaklı oldum, İzmir masraflarım bile çıkmayacak çünkü... O sırada
Hikmet Feridun Es “sözüm baki” dedi. Ben de “hadi olsun” dedim. Ve böylece
Hayat Mecmuası’na başladık. Ondan sonra
Hayat yürüdü, gitti.
Çok farklı
alanlarda fotoğraflar çektiniz. Hangisinin sizdeki yeri farklı?
Benim spektrumum geniştir. Her türlü
fotoğraf çektim. Bir tek sualtı fotoğrafı çekmedim. Her şeyi denedim ve
hepsinden de zevk aldım. Fotoğrafı bir satranç oyunu olarak düşünüyorum. Veya
bir problemi çözmek gibi… Işığı, kompozisyonu, nereden bakacağını, ne ifade
edeceğini çözümleyeceksin. Çok yönlü düşünce eseri olarak bir fotoğraf ortaya
çıkaracaksın. Soyut fotoğraf da, bir sanayi fotoğrafı da bana çekerken aynı
zevki veriyor. Yani benim zevk aldığım an fotoğrafı çekme anıdır. Çünkü
çözümlemeyi orada yapıyorsun. Sonucu pek merak etmem. Zaman geçtikten sonra iş
fotoğraf seçmeye gelince, o zaman ikinci bir heyecan yaşıyorum: Seçim heyecanı!
Bir yerde fotoğraf çekimden çok seçim işidir. Her türlü fotoğrafı zevk alarak
çektim ama en çok benim janrım dediğim fotojurnalizmdir. Bir de beni çok
heyecanlandıran şey ifade kısmında biraz mizahi bir gözle bakmak. Fotoğrafta
dalga geçer bir hal yakalamak.
Biraz
da şiirden bahsedelim. Şiir tutkusu ne zaman başladı?
Benim babam şairdi ve şairler yetiştirdi.
Yaşadığı dönem itibariyle lisanı biraz eskiydi. Babamın yazdığı şiirleri
yayımlasam “ne diyor bu adam?” diye bakarlar. Bunların veznini bozmadan günümüz
diline çevirebilir miyim? Bir-iki tane deneme yaptım ve yapabildiğimi gördüm.
Sonra bunu daha büyük bir formatta deneyeyim dedim. Şeyh Galib’in “Hüsn-ü
Aşk”ını sadeleştirmeye giriştim ve yarısına kadar tamamladım. Böyle olunca mesela
Hayyam Rubailerini zevkle okuyoruz Sabahattin Eyüboğlu çevirisinden… Onun
üçüncü baskısı için Eyüboğlu yeni bir önsöz yazmış. “Benden önceki çevirilerin
en iyisi ama benden sonra daha iyisi yapılabilir” anlamına gelen bir cümle sarf
etmiş.” Bu cümle bana kışkırtıcı geldi. “Acaba olur mu?” dedim. Sabahattin
Eyüboğlu’nun çevirisi 400 civarındadır. Ben 700’ü buldum. Bunu okusun da
değerlendirsin diye Talât Halman’a vermiştim. Talât Bey çok yüce gönüllü bir
insandır. Bir on gün sonra bana telefon açtı, sesi titreyerek… “Ozan Bey
bunlardan ben çok heyecanlandım” dedi. “O zaman bu kitaba bir önsöz yazmak size
düştü” dedim. “Bugüne kadar yapılmış Hayyam çevirilerinin en iyisidir” diye
yazmıştı önsözde. Orada bir cümle daha sarf etmiş: “Batı dünyası Hayyam’ı
FitzGerald’ın 101 rubaisine borçlu. FitzGerald Hayyam’dan esinlenerek kendi
Rubaisini yazmıştır. Keşke İngilizceyi iyi bilen biri çıksa da FitzGerald’ın
yazdıklarını doğrudan çevirse, biz de çeviri taktiklerini anlasak” gibi bir şey
yazmış. Kendisine sordum, “birisi çıksa diyerek kendinizi mi tarif
ediyorsunuz?” diye. “Yok, yok” dedi. “Bu çok tahrik edici bir cümle” dedim. “O
zaman tahrik ol” dedi.
Sonra Mevlana başladı. Bir, iki, üç derken
800 tane yaptım. Bu kadarından kitap olur dedim ama hızımı da alamıyorum: Oldu
1200 tane. Bunların bir kitap formatında bir maketini yaptım. Konya İl Kültür
Müdürlüğü’ne götürdüm. “Basarız ama bunun bir fihristi olması lazım” dediler.
Hangi rubai Farsçada hangisine tekabül ediyor. Bu kadar işi yapacağıma tümünü
yaparım dedim. 2200 rubaisini de manzumlaştırdım. Zevkle okunur hale geldi.
Şimdi de o fihristi yapmakla meşgulüm. Bir aylık bir zamanı daha var. Sadi’nin
Bostan’ını manzum hale getirdim. Çok güzel oldu, ben bile beğendim.
Yevtuşenko’nun bir dizi şiiri var onları Türkçeye aktardım. Şu an şiir yazma
gibi bir uğraşım yok ama şiir çevirileriyle ilgileniyorum.
Hangisi
ağır basıyor? Şiir mi, fotoğraf mı?
Şiir çevirilerini boş zamanlarımda
yapıyorum. Fotoğraf birincildir.
B+ 26