6 Haziran 2011 Pazartesi

İSTANBUL MON AMOUR 2: AYASOFYA

İstanbul’un merkezi Sultanahmet’te bulunan Ayasofya, kentin simge yapılarıyla çevrili: Yapı, 6. yüzyıldan bu yana, o dönemdeki adı Augusteion olan, kentin kurucusu Konstantin’in annesi adına onurlandırılan Ayasofya Meydanı ve güneybatı çaprazındaki Yerebatan Sarnıcı’yla (Bazilika Sarnıcı) komşu. Güneyinde, meydana bitişik Haseki Hamamı (Ayasofya Hamamı), onun da güneyinde çinileriyle ünlü Sultanahmet Camii bulunuyor. Kuzeyinde ise, İstanbul kurulduğundan beri, kurucuların, imparatorların ve padişahların saraylarının bulunduğu bölge olan Sarayburnu, yani Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölge var.

“Nea Roma”: Pagan ve Hıristiyan

Kontantinus, ismini verdiği kenti, Konstantinopolis’i, Roma İmparatoru unvanının yanı sıra ilk Hıristiyan Romalı imparator kimliğini de unutmayarak tasarladı ve inşa ettirdi. Geçmişteki Roma kentlerinden farklı olarak kentte kiliseler de yapılmaya başlandı. Bununla beraber kentteki pagan tapınakları da korundu. Bugün Ayasofya’nın bulunduğu yerdeki ilk kilisenin, Konstantinus’un emriyle yapılmaya başlandığını biliyoruz. Ancak Konstantinus’un göremediği 360 yılındaki kilisenin açılış töreninde oğlu İmparator Konstantius hazır bulundu. 5. yüzyılın başında yanan kilisenin nasıl bir mimariye sahip olduğu hakkında, elimizde herhangi bir bilgi bulunmuyor.

Yanan kilisenin yerine II. Theodosius tarafından yapılan ikinci kilise, 461 yılında açıldı. İkinci Ayasofya ve Theodosius Kilisesi olarak da bilinen yapı Bizans tarihinin en büyük ayaklanmalarından biri olan Nika Ayaklanması sırasında 532 yılında yağmalandı, yıkıldı.

Ayasofya’nın Üç Kilit İsmi: İustinianos, Anthemios ve İsidoros

İmparator İustinianos, dönemin iki önemli mimarı Anthemios ve İsidoros’a yıkılan kilisenin yerine, adına ve imparatorluğuna yakışır bir kilise inşa edilmesi emrini verdi. Anthemios ve İsidoros Anadolulu iki mimardır. Hatta bu iki mimar Aydın’a bağlı birbirine çok yakın iki önemli antik kentte doğmuşlardır: Tralles (Güzelhisar) ve Milet.

Böylesine büyük bir yapının bu dönemde yapılmış olması bir tesadüf değildi. İmparator İustinianos’la Bizans İmparatorluğu en parlak dönemini yaşıyordu. Sınırlar genişlemiş, alınan vergiler kat be kat artmıştı; dünya mimarlık tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Ayasofya’yı yapmak için hem ekonomik hem siyasi güç en üst seviyedeydi.

İnşaat başlar başlamaz imparatorluğun dört bir yanından ham ve işlenmiş malzemeler toplandı. Özellikle Efes’ten, Efes’in hemen yakınındaki dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’ndan, Erdek’teki Kyzikos Kenti’nin Zeus Sunağı’ndan, Mısır’dan, Selanik’ten ve adını sayamayacağımız birçok antik kentin pagan tapınaklarından devasa boyutlardaki taşlar, sütunlar, sütun başlıkları kente getirildi.

Aydınlı iki mimar denetimindeki on binlerce usta, kalfa ve amelenin çalıştığı Ayasofya, 27 Aralık 537’de, beş yıllık inşaat sürecinden sonra törenle açıldı. Bu büyük mimarlık şaheserinin iç süslemeleri daha yıllarca sürecekti. Çok değil yirmi yıl kadar sonra, depremler ve kubbe tasarımındaki bazı hatalar nedeniyle, Ayasofya kubbesinin bir bölümü çöktü. Kubbeyi yenileme işi, İustinianos tarafından yeğen İsidoros’a verildi. Ayasofya, 562 yılında yeniden açıldığında, kubbesi eskisine göre daha yüksek ve daha sağlamdı.

İkonokırıcılar, Latinler ve Osmanlılar

Ayasofya’nın tasvirli mozaikleri İkonakırıcı Dönem’de (726-842) yok edilir. Tasvirler, bu dönem sona erdikten sonra yeniden yapılsalar da, tarihsel olarak 9. yüzyıldan önceye tarihlenen hiçbir tasvirli süsleme Ayasofya’da kalmamıştır. Latin İstilası (1204-1261), depremlerden sonra belki de Ayasofya’ya en büyük zararı veren ikinci etkendir. Yaklaşık altmış yıl boyunca, sanat eserleri kaçırılır, yapı yağmalanır, daha da önemlisi bakımsız bırakılır. Bizans, kenti geri aldığında yapının acil onarımına gereksinim vardır fakat imparatorluk bir daha hiçbir zaman kapsamlı bir onarımı karşılayacak gelire sahip olamayacaktır. Kapsamlı onarımlar, Osmanlı Dönemi’nde gerçekleşecektir. Her ne kadar Fatih Sultan Mehmet kenti alır almaz ilk Cuma namazını burada kılarak yapıya duyduğu önemi vurguladıysa da, Osmanlı padişahları içinde II. Selim’in bu yapıya beslediği sevgi diğerlerinden ayrılır. Padişahların başkentte yaptırdıkları, kendi türbelerini de barındıran camilere Osmanlı Dönemi’nde “selatin camisi” adı verilirdi. II. Selim kendi camisini Edirne’de yaptırdığı için türbesi için İstanbul’da bir yer seçmesi gerekiyordu. Bu yapı Ayasofya’nın ta kendisidir. II. Selim, Mimar Sinan’a türbesinin yapımı ve Ayasofya’nın onarımıyla ilgili ayrıntılı bir emir verir. Ayasofya eklenen son iki minare de bu döneme tarihlenir. Eklemelerle yapı II. Selim’in selatin camisi sıfatını da üstlenir.

İstanbul kent silüetinin en önemli tamamlayıcısı olan Ayasofya, Cumhuriyet Dönemi’yle beraber, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle, 1935’de müzeye çevrilir. Anıtsal yapı, yaklaşık 32 metre çapındaki görkemli kubbesi, 9-12 yüzyıllar arasına tarihlenen muhteşem mozaikleri, Osmanlı Dönemi’nde eklenen eşsiz işçilikleriyle göz dolduran mihrap, minber, mahfilleri, minareleri ve yapının payelerine asılan 7,5 metre çapındaki hat panolarıyla hâlâ ziyaretçilerine hizmet vermeye, ulu bir çınar gibi gölgesindekileri korumaya devam ediyor.

Hiç yorum yok: