8 Aralık 2015 Salı

Ozan Sağdıç: Fotoğrafla geçen 62 yıl

Usta fotoğrafçıyla İstanbul Fotoğraf Müzesi’nde açılan “Önce Radyo Vardı” sergisi vesilesiyle buluştum. Fotoğrafa nasıl başladığını, şiir tutkusunu ve gençlik yıllarını geçirdiği Beşiktaş’ı konuştum.


Fotoğrafla başlayalım isterseniz…

Kabataş Lisesi’nde yatılı olarak okuyordum. Yıl 1953. Liseler üç yıldı, birden dört yıla çıkarıldı. Dördüncü seneyi fazladan okumamız gerekti. İşte o yaz tatilinde memleketim olan Edremit’te, fotoğrafa ve görsel sanatlara ilgimi bilen bir baba dostu vardı, vaktiyle fotoğrafçılık yapmış ama o sıralarda gözlükçülük yapıyordu. Fotoğraf malzemesi de satmaya devam ediyordu dükkânında.  Alaminütçü fotoğrafçılar vardı beş-altı tane, onlara malzeme satıyordu. Döviz kıtlığından memlekete ne fotoğraf makinesi giriyor ne malzeme... Ona satılması için iki tane fotoğraf makinesi geldi. Çay kutusu gibi bir şey; tenekeden preslenmiş, üzeri pütürlü, çağla rengi fırın boyasıyla boyanmış; pertavsız gibi tek elemanlı bir objektifi var; 6x6 fotoğraf çeken oyuncak gibi bir makine. Fehmi Mine dediğimiz babamın dostu, “Ozan’a bu makinelerden birini verelim” dedi, merakımı bildiği için... İki de film hediye etti. Birini Edremit’te doldurdum. Birini de Edremit’in iskelesi Akçay’da. O zaman 19 haneli bir iskele mahallesiydi Akçay. Bu iki filmi yıkadı. Ona fotoğraf meraklısı, o zamanın amatörlerinden iki tane İstanbullu yedek subay gelip gidiyorlardı. Malzeme ve biraz da bilgi almak için geliyorlardı. Birinden Edremit’in Kurşunlu Camii fotoğrafı çıktı. İkincisinden de Akçay’a adını veren çayın içinden suları yara yara geçen bir at arabası. O ikisini görünce Fehmi Abi, o subaylara “göreceksiniz Ozan’ın fotoğrafları bir gün Avrupa mecmualarında neşredilecek” dedi. Bu beni gaza getirmiş olmalı ki demek biz de iş var dedim, fotoğraf çekmeye devam ettim.

Makine duruyor mu hâlâ?

Ankara’da bir Meydan Sahnesi vardı, orada bir oyunda bir aksesuar olarak bir fotoğraf makinesi lazım olmuş. Verdim onu, geri istediğim zaman benimle alay ettiler. Öyle gitti makine.

Biraz Kabataş yıllarına dönecek olursak…

Geldik 1953-1954 sezonuna. Lisenin dördüncü sınıfını okuyorum.  Yatılı olarak okuyorum. Yatakhanemizin büyük bir salonundaydı benim yatağım. Her yıl okula bir hafta, on gün önce gelirdim, pencere kenarında karyola yeri kapmak için… Biraz soğuk olur ama geceleri Boğaz’ın seyrine doyum olmazdı. Balıkçı kayıkları lüks lambalarıyla çıkardı, ateş böcekleri gibi dolaşırlardı. Arada bir şehir hatları vapurları geçerdi. Hani Yahya Kemal “Hayal Şehir” şiirinde “Üsküdar’ın fakir evlerinin ışıklarından” bahseder ya bizim karşımıza Kuzguncuk-Beylerbeyi düşüyor, orada da hakikaten fukara ışıklar var. Onları seyretmek hoş oluyordu. Bir sabah uyandım, bir tuhaf beyazlık var ortalıkta. Camlar buz tutmuş, sildim, baktım; Boğaz bembeyaz. “Arkadaşlar, arkadaşlar uyanın Boğazı buz tutmuş” diye bağırdım. Buzların bir yerden geldiğinin farkında değilim tabii… Giyindik, dışarı çıktık, rıhtımdan buzları seyrediyoruz. Filmim yok, hemen okuldan çıktım. Yatılı öğrenciyi nasıl saldılar bilmiyorum ama Beşiktaş’a gittim. Şemsi Yastıman’ın saz dükkânı vardı. Onun yanında bir fotoğrafçı dükkânı vardı. Oradan iki tane roll film aldım. Döndüm okula. Okulun rıhtımında bütün olayı fotoğrafladım. Üst kata çıkıp çektim. Ortaköy Camii’ni çektim. Buz kütlelerinin üstüne çıkan arkadaşları kutup fatihleri gibi fotoğrafladım. Onlardan birisi sahilden ayrıldı. Okulun bir kayıkhanesi vardı, Galatasaray Lisesi’nin duvarına yapışık. Orada da iki tane yarış kayığı dururdu. Onlardan birini indirdiler ve o iki arkadaşı kurtardılar. Bir-iki arkadaşı da Yüksek Denizcilik Okulundakiler sandalla kurtardılar. İlk seri fotoğraflarım da Boğaz’a buzların gelmesiyle 1954 kışında oldu.

Lisede okurken yatılı öğrencilerin en büyük zevki dışarıya kaçmaktır. Öğle vakti uzunca bir teneffüs olur, bir de dersler bitince etüt saatine kadar bir zaman olur. O aralarda Ortaköy’e çıkardık, Dereboyu’nda turşu suyu alırdık. Bir muhallebici vardı, oraya giderdik. İkinci etap Yıldız Parkı’ydı. Fırsat buldukça oraya giderdik. En çok gittiğimiz yer de Beşiktaş Çarşısı’ydı. Orada bir sinema vardı. Ya iki ya üç film birden oynatırdı. O sinemaya çok kaçardık. Cumartesi öğleden sonra artık hafta sonu tatili olurdu. Tramvaya binerdik. Dolmabahçe’ye kadar gelirdik. Oradan da Beyoğlu’ndaki sinemalara giderdik. 14:30, 16:30, 18:30 seanslarında üst üste sinema izlerdik. Hachette ve Saray kitabevlerine giderdim. Saray’da ilk defa kitapların tezgâh üzerinde durduğu ve karıştırabildiği bir düzen vardı. İlk defa görüyorduk bunu. Hachette daha çok yabancı dergiler satardı. Öncelikle İngilizcemizi ilerletmek için resimli dergiler alıyorduk. Biraz İngilizcem gelişince artık fotoğraf dergileri almaya başladım.

Edebiyat dersinde Yunus Emre okutulurdu. Ben Yunus Emrevari bir şiir yazardım, hocaya gösteriş olsun diye. Nedim’i okuttular, Nedim gibi bir gazel yazdım. Edebiyatçılar felsefeciler Behçet Necatigil’in öğrencilerinden çıktı. Çünkü Behçet Hoca acayip bir şekilde öğrencisini etkileyen bir hocaydı. Ama dört sene içinde ben onun öğrencisi olamadım. Çünkü o Fransızca sınıflarını tercih ederdi ben de İngilizceye devam ediyordum. Gene de beni sivri bir tip olarak tanırdı. Mesela Kabataş’tan dönem arkadaşım Hilmi Yavuz’a bir gün takıldım: “Eğer Behçet Necatigil benim hocam olsaydı şairi azam şimdi bendim” dedim. O da “ben de fotoğrafın üstadı olurdum” dedi. “O biraz zor” dedim.

Resim öğretmenimiz vardı Adnan Kocabay, o da benim hocam olmadı ama aynı zamanda muavinlik yaptığı için bütün öğrenciler tarafından tanınan bir hocaydı. Emekli oldu, Ortaköy’de Tramvay Caddesi’nde (bugünkü Muallim Naci Caddesi), Dereboyu’na gitmeden küçük bir kırtasiye dükkânı açtı. Aynı zamanda orada İstanbul’daki fotoğrafçılardan küçük vesikalık fotoğraflar toplardı. Onların reprodüksiyonunu yapıp 30x40 veya 50x60’a büyütür ve hafif tertip basardı. Ardından pastelle boyayarak fotoğrafı canlandırırdı. Renkli fotoğraf olmadığı için o dönemde fotoğrafçıların böyle bir işi daha vardı.

Lise dört yıla çıkınca, o güne kadar iyi bir öğrenci olmama rağmen, derslere ilgim kalmadı. Bütünlemeye kaldım. Boş senem geçmesin diye bir sene Edremit’te sinema makinistliği çıraklığı yaptım. O sırada boyuna iş düşünüyorum. Kendim bir agrandisör yaptım. Fotoğraf çekmesini biliyorum. O zaman ofset matbaaları yoktu. Osmanlıca veya Fransızca basılmış kartlar da satıştan çekilmişti. Ama bayramlarda ve yılbaşında müthiş bir tebrikleşme âdeti var. Bu iş o dönemde fotoğraf kâğıdına basılmış kartpostallarla gideriliyor. Ben de acaba öyle bir şeyler yapabilir miyim diye düşündüm. Adnan Kocabay fotoğrafla ilgilendiği için bir Rolleiflex makine almıştı. “Bir günlüğüne bana verir misin, İstanbul fotoğrafları çekeyim” dedim. Oğullarından birini yanıma katarak makineyi verdi. Yıldırım hızıyla Barbaros Heykeli’nden başladım. Oradan Galata Köprüsü’ne gittim. Oradan bazı manzaralar çektim. Sultanahmet civarını çektim. Döndüm, vapura bindim Üsküdar’a gittim. Üsküdar’da güneş yavaş batıyordu, Kız Kulesi’ni çektim. Dört filmde beş-altı tane fire vermişiz, 40 tane sağlam İstanbul manzarası 6x6 negatifi var. Ama kartpostal işini beceremedim. Malzeme sıkıntısı vardı. Gelen az sayıda fotoğraf kâğıdı, dernekler ve ticaret odaları aracılığıyla sayıyla fotoğrafhanelere dağıtılıyor. Biz o sıraya giremedik, barut olmayınca hiçbir şey olmuyor tabii… Ama 40 tane güzel resmim oldu.

Ertesi sene gene sınavlara falan gireceğim, o boş seneyi İstanbul’da değerlendireyim dedim. Bir fotoğrafhaneye çırak girerim diye düşündüm. Taksim’den başlayarak bütün İstiklal Caddesi’ni fotoğrafhane fotoğrafhane dolaşacağım, size eleman lazım mı diye soracağım. Bekâr Sokak’a girdim. Foto Sait diye bir yer vardı. “Size eleman lazım mı?” dedim. “Ne yaparsın sen?” dediler. “Karanlık odada resim basarım” dedim. “Deneyelim” dediler. Sait Bey hastalıklı, incecik bir insandı. Fakat bir hanımı vardı, Polonyalıydı, iri yarı devasa birisiydi. Zaten fotoğrafhaneyi o idare ediyordu. Bunların Taksim Anıtı’nın önünde iki tane şipşakçı fotoğrafçıları var. Bir de düğün salonları vardı ellerinde… O kadın makine gibi fotoğrafları basıyordu. Ben iki saat kompozisyon arayacağım, net edeceğim, sonra da onu çevire çevire banyo edeceğim. Onların hızına ulaşmam mümkün değil. Bir-iki gün çalıştım, beni de sevdiler herhalde. Başlarından atmayı pek istemediler. Bir gün Sait Bey, cadde üzerindeki Foto Lale’ye götürdü beni. Beş-altı kişi toplanmış orada, İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği’nin yönetim kurulu toplantısını yapıyorlarmış. Sait Bey onlara “hani okuryazar bir kâtip arıyordunuz ya onu size getirdim” dedi. İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği’nin kâtibi oldum. Yönetim kurulu toplantılarını deftere inci gibi bir yazıyla geçiriyorum, bir de üyelerden aidat topluyorum. İşin zor tarafı da buydu. Ama bunu da zevkli hale getirdim. Fotoğraf malzemeleri; filmler ve kâğıtlar o zaman dernekler aracılığıyla dağıtıldığı için önemli bir görevdi bu. Ne kadar fotoğrafçı varsa hepsi bize üye, alaminütçüden en lüks fotoğrafhaneye kadar… Derneğin başkanı Şevket Tanju’ydu. Bugün Agos Gazetesi’nin bulunduğu binanın asma katında Foto Tanju diye bir dükkânı vardı. O zaman İstanbul’un en lüks ve kaliteli iş yapan fotoğrafçılarının başında geliyordu. Şevket Bey emekli hava astsubayıydı. Bunu Fransa’ya göndermiş ordu, hava fotoğrafçılığı eğitimi için... Orada portre fotoğrafçılığını da öğrenmiş. Hem çekim, hem karanlık oda ve rötuş bakımından fevkalade birisiydi. Ben orada onun çırağı değildim ama gözlem yaparak eğitim aldım sayılır.

Oradayken bir gün Cumhuriyet Gazetesi’nde bir ilan gördüm. Yıl 1956. “Fotoğrafçılardan manzara fotoğrafı satın alınacaktır. Negatifleriyle birlikte Klodfarer Caddesi 7 numaraya müracaatları…” Gittim, orası Doğan Kardeş Matbaası’ymış. Bir ışıklı masa kurulmuş, etrafında Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es, Carl Rudolf isimli bir Alman fotoğraflarıma baktı. On tane fotoğrafımı seçip aldılar. Sultanahmet Camii’ni kapısından içeri doğru gösteren bir fotoğrafımı aldılar. Galiba bir Ayasofya fotoğrafımı aldılar. Kız Kulesi’nin siluetine bayıldılar. Şevket Rado “gidin muhasebeden paranızı alın, sonra da gelin sizinle konuşalım” dedi. Ferid Namık Hansoy’du muhasebe şefi. Jules Verne’in bütün romanlarını Türkçeye çeviren kültürlü biri. Ozan Bey “kusura bakmayın 30 lira kadar bir kesinti var” dedi. Ben de içimden kesintisi 30 liraysa esası kim bilir ne kadardır diye düşünüyorum. O sırada kâtiplikten 100 lira maaş alıyorum. Elime 470 lira para saydılar. İnanılmaz bir paraydı benim için.

İdare binasına gittim tekrar Şevket Rado’yu bulmak için. “Sizinle Hikmet Feridun Es konuşacak” dedi. Hoş sohbet, toleranslı bir adamdı. “Biz iki aya kadar burada Hayat Mecmuası’nı haftalık olarak çıkaracağız, Babıali tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk. Onu sende bulduk bizimle çalışır mısın?” dedi. Ben önce “işinize yaramam” dedim. “Mayıs’ta sınavlar var, tek dersten takıntım var. Onu verirsem mimar olmak istiyorum. Veremezsem tecilim artık kalmadı askere gideceğim” dedim. “Sen yine de bir düşün” dedi.

O sırada Hilton Oteli yeni açılmıştı. Onun Cumhuriyet Caddesi’ne bakan kapısında iki sıra dükkânlar vardı. Bir tanesi Burla Biraderler kiralamış. Orada da Çekoslavak malı Flexaret bir makine ithal etmişler. Onu vitrine koymuşlar. Üzerinde bir etiket, kaç lira dersiniz? 472 lira! “Git bu makineyi al” demişler. Hayatımdaki mucizelerden biri… Hemen makineyi aldım.

Düşündüm, fotoğraf başına 50 lira veriyorlar. Artık makinem de var.  Gittim hemen İzmir’e; Bergama, Efes dolaşıp fotoğraflayıp geldim. Tekrar aynı yere gittim. Hayat Mecmuası’nın ilk yazı işleri müdürü İbrahim Çamlı ve ilk sekreteri olacak Semiral Bilbaşar da oradalar. Fotoğraflarımı beğenip beğenip bir kenara koyuyorlar. Ben de “50, 100, 150…” diye içimden sayıyorum. “Oh milyoner olacağım birazdan” dedim. Hemen sonra “tamam 8 liradan hesaplayalım” dediler. “Ne yapıyorsunuz?” dedim, “50 lira verdiler daha önce.” “Önceki fotoğrafları kartpostal basmak için telif haklarıyla birlikte aldılar. Biz dergide bunu veriyoruz” dediler.  Ağlamaklı oldum, İzmir masraflarım bile çıkmayacak çünkü... O sırada Hikmet Feridun Es “sözüm baki” dedi. Ben de “hadi olsun” dedim. Ve böylece Hayat Mecmuası’na başladık.  Ondan sonra Hayat yürüdü, gitti.

Çok farklı alanlarda fotoğraflar çektiniz. Hangisinin sizdeki yeri farklı?

Benim spektrumum geniştir. Her türlü fotoğraf çektim. Bir tek sualtı fotoğrafı çekmedim. Her şeyi denedim ve hepsinden de zevk aldım. Fotoğrafı bir satranç oyunu olarak düşünüyorum. Veya bir problemi çözmek gibi… Işığı, kompozisyonu, nereden bakacağını, ne ifade edeceğini çözümleyeceksin. Çok yönlü düşünce eseri olarak bir fotoğraf ortaya çıkaracaksın. Soyut fotoğraf da, bir sanayi fotoğrafı da bana çekerken aynı zevki veriyor. Yani benim zevk aldığım an fotoğrafı çekme anıdır. Çünkü çözümlemeyi orada yapıyorsun. Sonucu pek merak etmem. Zaman geçtikten sonra iş fotoğraf seçmeye gelince, o zaman ikinci bir heyecan yaşıyorum: Seçim heyecanı! Bir yerde fotoğraf çekimden çok seçim işidir. Her türlü fotoğrafı zevk alarak çektim ama en çok benim janrım dediğim fotojurnalizmdir. Bir de beni çok heyecanlandıran şey ifade kısmında biraz mizahi bir gözle bakmak. Fotoğrafta dalga geçer bir hal yakalamak.

Biraz da şiirden bahsedelim. Şiir tutkusu ne zaman başladı?

Benim babam şairdi ve şairler yetiştirdi. Yaşadığı dönem itibariyle lisanı biraz eskiydi. Babamın yazdığı şiirleri yayımlasam “ne diyor bu adam?” diye bakarlar. Bunların veznini bozmadan günümüz diline çevirebilir miyim? Bir-iki tane deneme yaptım ve yapabildiğimi gördüm. Sonra bunu daha büyük bir formatta deneyeyim dedim. Şeyh Galib’in “Hüsn-ü Aşk”ını sadeleştirmeye giriştim ve yarısına kadar tamamladım. Böyle olunca mesela Hayyam Rubailerini zevkle okuyoruz Sabahattin Eyüboğlu çevirisinden… Onun üçüncü baskısı için Eyüboğlu yeni bir önsöz yazmış. “Benden önceki çevirilerin en iyisi ama benden sonra daha iyisi yapılabilir” anlamına gelen bir cümle sarf etmiş.” Bu cümle bana kışkırtıcı geldi. “Acaba olur mu?” dedim. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisi 400 civarındadır. Ben 700’ü buldum. Bunu okusun da değerlendirsin diye Talât Halman’a vermiştim. Talât Bey çok yüce gönüllü bir insandır. Bir on gün sonra bana telefon açtı, sesi titreyerek… “Ozan Bey bunlardan ben çok heyecanlandım” dedi. “O zaman bu kitaba bir önsöz yazmak size düştü” dedim. “Bugüne kadar yapılmış Hayyam çevirilerinin en iyisidir” diye yazmıştı önsözde. Orada bir cümle daha sarf etmiş: “Batı dünyası Hayyam’ı FitzGerald’ın 101 rubaisine borçlu. FitzGerald Hayyam’dan esinlenerek kendi Rubaisini yazmıştır. Keşke İngilizceyi iyi bilen biri çıksa da FitzGerald’ın yazdıklarını doğrudan çevirse, biz de çeviri taktiklerini anlasak” gibi bir şey yazmış. Kendisine sordum, “birisi çıksa diyerek kendinizi mi tarif ediyorsunuz?” diye. “Yok, yok” dedi. “Bu çok tahrik edici bir cümle” dedim. “O zaman tahrik ol” dedi.

Sonra Mevlana başladı. Bir, iki, üç derken 800 tane yaptım. Bu kadarından kitap olur dedim ama hızımı da alamıyorum: Oldu 1200 tane. Bunların bir kitap formatında bir maketini yaptım. Konya İl Kültür Müdürlüğü’ne götürdüm. “Basarız ama bunun bir fihristi olması lazım” dediler. Hangi rubai Farsçada hangisine tekabül ediyor. Bu kadar işi yapacağıma tümünü yaparım dedim. 2200 rubaisini de manzumlaştırdım. Zevkle okunur hale geldi. Şimdi de o fihristi yapmakla meşgulüm. Bir aylık bir zamanı daha var. Sadi’nin Bostan’ını manzum hale getirdim. Çok güzel oldu, ben bile beğendim. Yevtuşenko’nun bir dizi şiiri var onları Türkçeye aktardım. Şu an şiir yazma gibi bir uğraşım yok ama şiir çevirileriyle ilgileniyorum.

Hangisi ağır basıyor? Şiir mi, fotoğraf mı?

Şiir çevirilerini boş zamanlarımda yapıyorum. Fotoğraf birincildir.


B+ 26

Hiç yorum yok: