Ufuk Esin’in adını arkeoloji bölümüne girdiğim 1995 yılında duydum. Sonra kendisini gördüm prehistorya laboratuvarında... Ufak-tefek, ama her halinden bilgili-görgülü olduğu anlaşılıyordu…
Bir sonraki karşılaşma 1998 yılında Aşıklı Höyük’teydi… Şapkasıyla tepedeki haymanın altında oturuyordu.
Sonraki karşılaşma ise benim için dönüm noktasıydı. Arkeolojiyi bitirmiş ve sanat tarihinde yüksek lisans yapmak istiyordum. Herhalde yıl 1999… Amacım ülkede pek de itibar görmeyen, hatta kavram olarak kabul görmeyen ‘Bizans arkeolojisi’ hakkında birşeyler yapmaktı. Malumunuz arkeologlar Bizans kazmayı sevmiyor, sanat tarihçiler ise kazmaktan hazzetmiyor…
Edebiyat Fakültesi’nin kasvetli sınıflarından birine girdim, bir gün önceden aldığım kumaş pantalon ve gömlekle… Danışman hocamın kravat takmak gerekir uyarısı aklımdaydı, ama bünyeye ters geldi, takmadım, elimde tuttum.Karşımda üç hoca! Ama sonradan anladım ki bana hoca gelen bir tek Ufuk hoca! Diğer iki hoca klasik sorular sordu, daha önceden hazırlandığım… Ufuk Hoca ise ayda ne kadar kitap okuduğumu sordu sadece. Evet, evet ne kadar kitap okuduğumu… Şaşırdım! Kurulmuş saat gibi diğer iki hocaya cevap yetiştirmeye çalışan ben, bu basit soruya zor cevap vermekte zorlandım. Dedi ki bol kitap okursan herşeyin üstesinden gelirsin. Ne olursa olsun diye ekledi!
Şimdi, daha doğrusu iki gün sonra onun kazdığı, can arkadaşlarımın çalıştığı Aşıklı Höyük kazısını ziyarete gideceğim. Bu vesileyle yakın zamanda kaybettiğimiz Ufuk Hoca’yı bu fakir kütükte anmak istedim. Can dostlarımdan Güneş Duru'nun kaleminden çıkma, benim editörlüğünü yaptığım dergide yayımlanan bir yazısını da ekleyerek!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder