Ülkenin yakın tarihinde cereyan eden olaylar onun fotoğraflarıyla
zihnimize kazındı. Kıbrıs Barış Harekatı, 68 olayları, işçi hareketleri, 1
Mayıslar, ihtilaller, idamlar... Nerede bir olay varsa o makinasıyla oradaydı.
50 yılı aşan meslek yaşantısında öne çıkan hikâyeleri Ergin Konuksever’le
Levent’teki evinde konuştum.
Ergin Konuksever Hayat Dergisi sayfalarını karıştırırken... |
Gazeteciliğe başlamadan ne yaptığınız hakkında
bilgi bulamadım. İsterseniz o dönemden başlayalım...
Babamın
öğretmenliği sırasında Samsun’da doğmuşum. Sonra da Kurtuluş’a taşındık.
Gazeteciliğe başlamadan evvel biraz futbol oynadım, biraz da okula giderdim,
Nişantaşı’ndaki Şişli Terakki Lisesi’ne... Hayatım babam evinde geçti, liseyi
orada bitirdim, gazeteciliğe de orada başladım. Sonra 73 senesinde şu an evimin
bulunduğu yer ve çevresi Gazeteciler Kooperatifi’ydi. 74’te de Levent’teki bu
eve taşındım.
Gazeteciliğe ilk adım nasıl oldu?
Lise son sınıfta
beklemeli kaldım, bir sene... O zaman böyle değildi, bitirme sınavları vardı.
Babamın arkadaşları vardı, onlardan bir tanesi -sonradan da benim ustam oldu-
meşhur şair Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli’ydi. Adnan Abi bir gün bize
gelmişti, “Ne yapıyorsun Ergin” dedi, “Hiç abi, bekliyorum” dedim. “Böyle zaman
geçmez. Yarın Orhan Abi’nin (Veli) anma töreni var Atlas Sineması’nda, oraya
seninle beraber gideceğiz ama yazıyı sen yazacaksın” dedi. Yazdım ama
beğenmedi. “Orhan Veli bugün anıldı” diye başlık atmıştım. “Bugün diye
yazmayacaksın, dün anıldı diye başlık atacaksın, çünkü bu haber yarın çıkacak”
dedi. Böylece gazeteciliğe Vatan Gazetesi’nde başladık, sene 1956...
Fotoğrafa ilgi ne zaman başladı?
Fotoğraf daha sonra...
Vatan sahip değiştirdi, ben Yeni Sabah’a geçtim. Yeni Sabah’ta bizi sağa sola
yolluyorlar, yanımızda da foto muhabiri oluyor. Benim istediğim gibi
fotoğraflar olmuyordu. Şöyle çek falan diyordum, oradaki arkadaş da “bize mi
öğretiyorsun, biz bilmiyor muyuz?” diyordu. Baktım olacak gibi değil. Zaten bir
Rolleiflex’im vardı o dönemde... “Bundan sonra kendi fotoğrafı kendim çekmek
istiyorum”, dedim. “İyi, çekebiliyorsan çek”, dediler. Böylece kendi yazımızın
fotoğrafını kendimiz çekmeye başladık. Oradan da Hürriyet’e geçtim. Hürriyet’te
tam bir foto muhabiri olarak çalışmaya başladım. Sonra 68’li yıllarda
Günaydın’a geçtik. Orada ben hem fotoğraf çekip, hem yazı yazınca, gazetenin
patronu Haldun Simavi demiş ki “herkes Ergin’in yaptığı gibi kendi yazısının
fotoğrafını kendi çeksin!” Ondan sonra herkes fotoğrafını kendi çekmeye
başladı. Tabii foto muhabirinin kullanılması gereken yerler de vardır.
Yazıyla başlayıp, fotoğrafla devam etmişsiniz.
Hangisini bırakamazsınız?
Herhalde fotoğraf
makinasını bırakamam. Çünkü Türkiye’de çok olaylar oldu, kan gövdeyi götürdü.
Harplere gittik. Fotoğraf çekmezsen, hayat yok.
Kan gövdeyi götürdüğü anda orada olabilmeyi nasıl
becerdiniz?
Valla ilk önce
gözün kesecek. Göze alamayacaksan girme bu işe! 68 kuşağı dediğimiz o zamanki
genç arkadaşlar beni çok tutarlardı ve severlerdi. Tabii şimdi niye
diyeceksin... Çünkü ben onlara hiçbir zaman ihanet etmedim. Onların arasında
gayet rahat, elimi kolumu sallayarak dolaşabilirdim. Onun için öyle geldi, öyle
gidiyor.
O dönemde bir yandan da askerlerle ilişkiniz var.
Onları da takip ediyorsunuz...
Benim askerlerle
ilişkim her zaman iyidir. Askerini sevmeyen, ordusunu sevmeyen adam benim için
vatansızdır.
Birçok gazete patronuyla, kanunsuz işlem
yapmalarından dolayı kavgalarınız var. Bugün de durum çok farklı değil. Ne
düşünüyorsunuz?
Çok ayıp. Hâlâ
sigortasız çalıştıran, tazminat ödemeyen gazeteler var. Ben haysiyetiyle
çalışan birkaç gazetede çalıştım. Ahmet Emin Yalman’ın Vatan Gazetesi bir kuruş
hakkımızı yemedi, başladığımız gün sigortamızı, kadromuzu yapmıştır. Yeni Sabah
Gazetesi’nin patronu Sefa Kılıçlıoğlu da -pek sevmezler, despottur derler ama-
kanunlara uyardı, günü gününe sigortamızı yapmıştır. Ama Hayat Dergisi’nde
patlak verdi, Günaydın da patlak verdi biraz... Altı ay çalıştığımızı
göstermediler Günaydın’da... Ama iyi ki olmuş (gülüşmeler). O sırada bir süper
emeklilik çıkmıştı. Onu yaptırmaya gittiğim zaman Günaydın’ın 6 ay sigortamı
ödemediği ortaya çıktı. Süper emekliliğe başvuramadım. Ama iyi ki ödememişler,
şimdi süper emekliler benden daha az para alıyorlar.
Hayat Dergisi’ndeki olay nasıl patlak verdi?
Hayat Gazetesi
grevdeydi. Grevden çıktıktan sonra Kemal Uzan dergiyi satın aldı. “Sizinle
beraber çalışmak istiyorum, ama kadrosuz” dedi. Mümkün değil, dedim. Daha
emekliliğim dolmadı, basın kartımın sürekli hale geçmesi lazım, onun için ben
çalışmam dedim. Aradan bir zaman geçti yine çağırdı beni... En sonunda bana
dedi ki “ben gazetecileri aldım, bana kazık attılar.” “Kazık atanların durumu,
sizinle onların arasındaki bir sorun, benimle çalışmak istiyorsanız benim şartım
bu, benimle mukavele yapacaksınız” dedim. “Peki hiç merak etmeyin ben şimdi bir
yere gidiyorum, ondan sonra biz zaten seninle abi kardeşiz, gideyim geleyim
mukaveleni yapalım” dedi. “Peki sen şu
İran-Irak Savaşı var, oraya gider misin?” diye sordu. Ben de “giderim, niye
gitmeyeyim” dedim. O da, “git gel mukaveleni yaparız” dedi. 75 bin lira gibi
bir para koydular cebimize... Kalktık 80’de İran-Irak Savaşı’na gittik. Orada
ölüm tehlikesi de atlattık Savaş Ay’la birlikte. Önümüzdeki arabaya roket geldi.
Bir sonraki arabada biz vardık.
Irak’a nasıl girdiniz?
Haşim El Şebip
diye Ankara’da Irak sefaretinde çalışan bir adam var. Rahmetli Orhan Duru bu
akşam bir Iraklıyla yemek yiyeceğim sen de gel dedi. Gittik, Haşim El Şebip’le
tanıştık. Sonra yıllar sonra bu adam İstanbul’a geldi. Çocuğu da benim kızla
aynı okulda okuyor. Okulda karşılaştık. Sonra ben Irak’a gittim. Bir baktım
omuzunda makinalı tüfeğiyle bu adamı gördüm. Milis kuvvetlerinin başkanıymış.
Cepheyi gitmek istediğimi söyledim, o da gideriz dedi. Adam bunu söyler
söylemez yanımdaki Türk gazetecilerin tamamı biz de gitmek istiyoruz dediler.
Savaş Ay var, Sadettin Teksoy var, Bekir Aydın var, Erhan Akyıldız var, Faruk
Arar var, daha birkaç kişi daha var. Bir otobüs geldi, bindik, Abadan’a doğru yaklaşıyoruz,
yanan petrol kulelerini görüyoruz. Orada gazeteci arkadaşlardan biri su
koyverdi. “Buradan öteye gitmem” dedi. Adam dedi ki “mümkün değil, ancak bizi
burada otobüsün içinde beklersin”, dedi. Bizimki hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Adam döndü ve dedi ki “Ben Türkleri çok kahraman bir ulus olarak
bilirim, çünkü benim babaannem Türk. Sen ne biçim Türksün?” Sonra bana geldi, “dönelim,
ben yarın yalnız seni götüreyim” dedi. Savaş Ay’la birlikte sabahın erken
saatinde adamla buluştuk. Gittik cepheye...
Benim bir
özelliğim var, savaş ganimeti olarak mermi kovanı toplarım. Bir ara ateş
kesildi. Yeraltı koruganındayız. Oradan çıktım ganimet topluyorum. Meğerse beni
İranlılar görmüş, yerimizi tespit etmişler. İran helikopterleri geldi,
bombardımana başladı. Biz yine korugana girdik. Biraz sonra ateş kesildi. Sonra
Iraklı bir subay geldi, bangır bangır bağırıyor. Haşim Bey de tercüme ediyor. “Sana
bağırıyor aman bir daha korugandan çıkma”, dedi. Dönüşe geçtik, ama İranlılar
konvoya da ateş açtı. Önümüzdeki araba ateş aldı. Sekiz asker yandı. Ama biz
kurtulduk.
Mukavele ne oldu?
Geldik
İstanbul’a... “Efendim ben şimdi Bursa’ya gidiyorum, gidip geleyim yaparız.”
Sekiz-dokuz ay salladı beni... Bir gün bizim Hikmet Andaç vardı, genel yayın
yönetmeni. Hikmet abi git şu adamla konuş, şu mukaveleyi yapacaksa yapsın,
yapmayacaksa ona göre hareket edeyim dedim. Gitti, geldi... Ergin çok üzgünüm
ama adam diyor ki “böyle çalışıyorsa çalışmıyorsa gitsin.”
Kalktım odasına
gittim, sekreteri dedi ki içeride biriyle görüşüyor. Tamam dedim, kapıya bir
tekme, kapı çıktı yerinden... Kalk ulan dedim, mukavele yapmıyormuşsun, giderse
gitsin diye de sövüyormuşsun... Öyle diyorum ne olacak, dedi. Bir güzel
cevabını verdim, çıktım odadan... Geldim eşyalarımı topluyorum. O sırada Kemal
Uzan’ın kardeşi polis çağırmış. Gazeteye polis geldi. Polislerin arasındayken
bir cesaret buldu. Bana saldırdı, ben yine gereken cevabı verdim. Kapının önüne
bir geldik, bütün arkadaşlar toplanmış. Ahmet Vardar, Olay Tan, Savaş Ay,
Vasfiye Abla, Erhan Akyıldız orada... Nereden haber aldınız, ne çabuk geldiniz,
dedim. Meğerse polis telsizi anons geçmiş Hayat Mecmuası’nda kavga var diye...
Bunlar da demişler “tamam Ergin Abi Kemal Uzan’ı dövdü!”
Afganistan’a ne zaman gittiniz?
1976’lı yıllardı.
Tercüman Gazetesi’ndeydim. Pakistan’a gittim. Oradan Peşaver’e geçtik. Orada
bir kalabalık var. Afganistan’ın işgaliyle ilgili olarak Ziya Ül Hak gelecek
aşiret liderleriyle burada görüşecek, dediler. Büyük büyük çadırlar kuruldu.
Ziya Ül Hak geldi. Bütün gazetecilerle tanışmak istemiş. Orada da çok kalabalık
bir gazeteci grubu var. “Ben Türk gazeteci Ergin Konuksever’im” dedim. Sarıldı
bana, “sen şöyle dur”, dedi. Biraz sonra
emir subayı geldi, “majesteleri sizi görmek istiyor”, dedi.
“Ne yapmak
istiyorsun”, dedi. “Afganistan’a gitmek istiyorum”, dedim. “Yarın yollayayım
seni”, dedi. Sabah yine o emir subayı geldi, havaalanına gittik. Bir
helikoptere bindik, Hindikuş Dağları’nın üzerinden geçtik. Bir yere indik. Bir
gece orada kaldık, ertesi gün yine aynı helikopterle döndük. Bu sefer,
majesteleri sizi İslamabad’da bekliyor, dediler. Bir de oraya gittik. Beraber
yemek yedik. “Ben Türkleri çok severim, sana bir de Türkçe şarkı söyleyeyim”,
dedi. “Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın”ı söyledi.
Sonra İstanbul’a geldi. Burada görüştünüz mü?
İstanbul’a geldi.
Topkapı Sarayı’ndaki kutsal emanetleri ziyaret etmek istemiş. Çünkü bunun
konuşamayan bir çocuğu var. Sultanahmet Camii’nden çıktılar. Ben de
volkswagen’imle hemen arabasının arkasına girdim. Polisler falan engellemeye
çalıştılar. Tam o sırada beni gördü, “arkadaşım beni hatırladın mı?” diyerek
sarıldı... Topkapı Sarayı’na gittik beraber. Kutsal emanetleri kızın yüzüne
sürdüler.
Sizin 1 Mayıslarda da birçok anınız var. Bir
tanesini paylaşabilir misiniz bizimle?
78 1 Mayıs’ında
sokağa çıkma yasağı vardı. O zaman Milliyet Gazetesi’ndeyim. Benim de bir
sualtı komandosu arkadaşım var, Göksel Olcay. Telefon etti, “işkampavyayla
geldim, Sirkeci’de rıhtıma yanaştım, seni bekliyorum. Haliç köprüsüyle Galata
köprülerinin korumasını bana verdiler, gel devriyeyi beraber yapalım”, dedi.
Namık Koçak var, o zaman benim stajyer muhabirimdi. “Hadi Namık, yürü Göksel
abine gidiyoruz”, dedim. Bindik işkampavyaya, gidiyoruz Haliç’in içinde...
Balıkhanenin önüne geldik. Üç-beş tane balıkçı var. Bizi görünce kaçmaya
başladılar. Askerler sardı balıkçıları, balıkçıların reisleri geldi. Komutan “niye
kaçıyorsunuz?” diye çıkışınca, reis “komutanım ben sizi polis zannettim” dedi. “Ne
olacak polis olsak?”, deyince de reis “Komutanım bildiğin gibi değil, sabahtan
beri gidip gelip Kuzey Deniz Saha Komutanı Sabahattin Ergin Paşa balık istiyor
diye 25 sandık balığımızı aldılar” dedi. Göksel Olcay hemen telsizle paşayı
aradı. Paşa olaydan habersiz. Gidin o polisleri bulun diye emir verdi. Biz
gittik ama iki kasa balık kalmış. Balığı alan gitmiş... Polisleri aldılar Kuzey
Deniz Saha’ya götürdüler, biz de iki kasa balığı balıkhaneye götürdük. Reis de
“yok komutan, biz onları istemiyoruz. Siz benim haysiyetimi korudunuz. Ben size
balık vermeyeceğim de kime vereceğim” dedi. Otuz sandık kalkan verdiler bize.
Koyduk sandıkları işkampavyaya, geldik Kuzey
Deniz Saha’ya... İki asker aldım, kalkanları parçaladık. Erler, astsubaylar,
subaylar, hepsi yedi. Geriye de bir sürü kalkan kaldı.
İhtilalleri de yakından izlediniz,
fotoğrafladınız...
İdam edilen Fethi
Gürcan, ben askerdeyken grup komutanımdı. O sonra 22 Şubat hareketine katıldı,
onu emekliye sevk ettiler. Ayazağa’da süvari okulunda akşamları toplanırdık, o
da gelirdi. Yine bir örgütlenme faaliyeti var. 21 Mayıs daha olmamış, Fethi
abinin etrafında toplanılıyor, o da anlatıyor. Ben de ona dedim ki “Fethi abi
sen 22 Şubat akşamı Başbakan İsmet İnönü’yü kuşattın, kabine üyeleriyle
birlikte esir aldın. Sonra da bıraktınız. Şimdi de yeniden bir hazırlık
içindesiniz. İnönü de siz onu bırakınca, gidip Hava Kuvvetleri’ne sığındı. Hava
Kuvvetleri de 22 Şubatçıların aleyhine döndü ve siz harekatı kaybettiniz. Emekli
oldunuz rütbeleriniz de gitti. Bir kuşatma olsa onları esir alsan gene onları
bırakır mısın”, dedim. Ne yapsaydım,
dedi bana. “Valla binbaşım ihtilalin gereği neyse onu yapmalıydın”, dedim. Tam
kapıdan çıkıyordu, Fethi abi hâlâ aynı fikirde misin deyince, döndü bana “Amma
kalın kafalı olmuşsun. Tarihe İnönü’yü öldüren adam olarak mı geçseydim” dedi. Yo,
öldürmen şart değildi ama bir şeyler yapsaydın, dedim. Ama sen hâlâ bu kafada
olduğuna göre İnönü Fethi Gürcan’ı astıran adam olarak tarihi geçer”, dedim.
Sonra içeri
düştüler. Askerdeyken yüzbaşım olan Sabri Sarıyer de düştü içeri... Sabri
abinin karısı Leman ablayı alıp Ankara’ya Sabri abinin ziyaretine gittik.
Çocukları Ahmet ve Alev’i de yanımıza aldık. Giderken de 6-7 fotoğraf aldım
yanıma. Talat Aydemir’in, Fethi Gürcan’ın da fotoğrafları var. Gömleğimin içine
koydum hepsini... Mamak Cezaevi’ne gittik. Biz Sabri abiyi beklerken, Fethi
abinin hanımını gördüm. Fethi abi de gelince hemen fırladım yerimden gömleğimin
içinden resmini çıkardım, “Fethi abi şunu bana imzalasana”, dedim. Yüzüme
baktı, hiç unutmam, “Ulan Ergin, sen şimdi haklı çıktın. Bunlar beni asacaklar,
sen de hatıra diye bu resmi duvara asacaksın değil mi”, dedi. O resmi, onun
lafı yüzünden hiçbir yere asamadım, saklıyorum yukarı katta... Bir tek Talat
Aydemir’in anıları kitabında kullandık.
B+ 16
1 yorum:
işte hayat böyle bir şey bir var bir yok
Yorum Gönder