İsmet Ülke |
Aslında manifaturacılıkla tanışıklığım 1935 yıllara rastlar.
Çocukken okuldan sonra eve gideceğime babamın manifaturacı dükkânına giderdim.
Çok meraklıydım işe... Dükkânda her zaman amcam bulunurdu. Babam dışarıda
işleri takip ederdi. Onların yeni Türkçesi olmadığı için fatura, makbuz ve
mektupları yazardık. Bunun karşılığında da bize kebap ısmarlarlardı.
İşe bilfiil başladığım 1945’lerde Sultanhamam’da her şey güvene
dayalıydı. Avrupalı firmalarla bağlantıyı bizim “röprezant” dediğimiz temsilciler
yapardı. Harpten sonra Türkiye’de satılan manifaturanın en geçerli çeşitleri
birinci olarak Almanya’dan, ikinci İtalya’dan, üçüncü İngiltere’den, sonra da
Fransa’dan gelirdi. Ne lisan bilirdik ne oralara gidip gelirdik. Her şeyi
aradaki temsilciler yapardı. Onların getirdiği kataloglardan mal seçilir,
pazarlık yapılır, akreditif açılırdı. Mallar zamanında elimize ulaşırdı. O
kadar ithalat yaptım bir gün bile bir şeyin hilaf geldiğini, eksik geldiğini
görmedim.
1946 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizim temsilci
Amerika’dan savaş fazlası sargı bezi numuneleri getirdi. Biz de o zaman çok
tülbent satıyoruz. Baktık sargı bezlerinden çok güzel tülbent oluyor. Hemen akreditif
açıldı mallar için… Hiç unutmam dolar o zaman 1 lira 29 kuruş. Aynı yılın
Ağustos ayında Recep Peker kabinesi başa geçti. Başbakanlığı döneminde dolar 2
lira 80 kuruşa çıktı. Bu artış yüzünden Recep Peker kabinesi göreve geldiğinden
bir yıl sonra düşmek zorunda kaldı. Demokrat Parti zamanında dolar 8 lira oldu.
Sonra karaborsa çıktı ve dolar 18 liraya kadar alıcı buldu.
Bir gün Almanya’dan bir mal geldi bize. Faturasını açtık
belirli bir miktar indirim yapmışlar. Ciddi firmalarla çalıştığımız için
indirimin nedenini anlamadık. Böyle bir indirimi konuşmamıştık. Yanlışlık varsa
düzeltilsin diyerek temsilciyi aradık. Almanya’dan bin bir özürle başlayan bir
mektup aldık. Meğerse bize gönderilen malların içine yanlışlıkla kalite kontrolden
geçmeyen iki top konulmuş. Kumaşlarda defo olabileceğini düşünerek indirim
yapmaya uygun görmüşler. Bunu söyleyen bizim tabirimizle gâvur, ama senin
hakkını senden evvel tespit ediyor.
İthalatlar kesildikten sonra yerli firmalarla alışveriş
yapmaya deneyelim dedik. Yerli fabrikalar o zamanlar bez yapıyorlar, emprime
yapan az yer var. Bez aldık piyasadan Adana’nın en büyük fabrikalarından birine
emprime yaptırıyoruz. Sonra bizim emprimelerin bizden habersiz piyasada
satıldığını gördük. Meğerse fabrika, bizim malları bizden habersiz satıyormuş.
Bu bir ticari ahlak meselesi!
Yerli piyasadaki ikinci deneyimimiz de hüsranla bitti. Bu
sefer Türkiye’nin en büyük kumaş fabrikasına kumaş yaptırmaya karar verdik.
Desenleri biz verdik. İmalattan sonra mal toptan geldi. Bir arkadaşımız geldi
ve yaptırdığımız kumaşları beğendi. Bizden bir elbiselik kumaş istedi.
Toptancıyız ancak arkadaşımızı kırmadık. Topu bir açtık. Defosuz bir tarafı
yok. Neresini kesip arkadaşımıza verelim bilemedik. Almanya’dan gelen malda
olmayan defoya “olabilir” diyerek indirim yapmışlardı, Türkiye’de ise her
tarafı defolu malı normal fiyattan sattılar bize.
Türkiye’deki manifaturacılığın nasıl saygın bir meslek
olduğunu 1975’te Frankfurt’ta gittiğim bir fuar sayesinde daha da iyi anladım.
Bazı tekstil makinelerine bakmak için gitmiştim fuara. Bir makine beğendik.
Makine hakkında tüm teknik bilgileri bize aktardılar. O zaman makineleri
getirdikten sonra bir seneye kadar vade tanınabiliyor. Ödeme için nasıl
kolaylık yapacaklarını sordum. Bu konuda yetkilerinin olmadığını söyleyip
patronlarını çağırdılar.
Patron geldi. Tam bir Alman baronu… Oğlum Haluk
tercümanlığımızı yapıyor. Haluk’a dedim ki pazarlığı yapmadan önce bizim
geçmişimizi anlat, 1945’den itibaren Almanya’nın birçok firmasından tekstil
ithal ettiğimizi, şimdi tekstil ithali zorlaştığı için bu işi yapmaya karar
verdiğimizi söyle, dedim. Oğlum söylediklerimi çevirdi ve ne kadar indirim
yapabileceğini sordu. Patron şöyle cevapladı: “Ben babanın yaptığı işleri
duydum. Benim haddim değil onunla bu konuları konuşmak. O bu işi benden daha
iyi biliyor. Nasıl isterse öyle ödesin”. On beş sene bu adam, işinin başında
durduğu sürece bizi bir kez arayıp ne ödüyorsun, ne zaman ödüyorsun diye
sormadı.
Uzun lafın kısası o kadar ithalat yaptık Avrupa’yla bir gün
bile bir itilaf yaşamadık. Nedenini “Tekstil Teknik” isimli derginin benimle
yaptığı bir söyleşide belirtmiştim, tekrarlamak isterim: İki türlü işadamı
vardır. Biri tüccardır. Tüccar eline, sözüne, işine güvenilen kimse demektir.
Ona yüzde yüz itibar edilir. Alacağına vereceğine sadıktır. Ondan ürkmeye,
korkmaya gerek yoktur. Diğeri iş adamıdır. Onun için en önde gelen şahsi
menfaattir. Menfaati için her şey yapar. Biz o eski tüccar grubuna dâhiliz.
Onun için şimdi kolay iş yapamıyoruz.
Bu zevkli girişten
sonra isterseniz biraz da İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’ndan bahsedelim. Sultanhamam’ın
eski tüccarlarındansınız, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nın fikir
aşamasından açılışına kadar geçen sürecin de canlı tanığısınız. Neden
Sultanhamamlı manifaturacılar bir çarşı yapma fikrini gerçekleştirmek adına bir
araya geldi?
Bu yıla kadar dünya harp içinde olduğu için tekstil piyasasında
bir hareket yoktu. 1945’te Avrupa piyasasının canlanmasıyla Sultanhamam ve
Tahtakale inanılmaz derecede hareketlendi. Kamyonların mal indirip bindirmesi
büyük bir trafik keşmekeşi yarattı. Bu sırada belediye meclisi bir tavsiye
kararı aldı: “Trafik keşmekeşini önlemek için Tahtakale-Sultanhamam bölgesinde
araba girişini yasaklayacağız; yalnız yaya trafiğine izin vereceğiz. Toptancılar
hareket edemeyecekleri için şimdiden tavsiye ediyoruz şehir dışında yer
bulsunlar”.
Bunun üzerine telaşa düşen tüccarlar aralarında bir
müteşebbis heyeti kurdular. Zamanın en büyük tüccarlarından oluşuyordu heyet:
Rıfat Edin Bey, Namık Özcan Bey, Naci Karatay Bey, İsmet Çakır Bey, Niyazi
Hamzaoğlu Bey, Ömer Kurdoğlu Bey, Osman Nuri Bey, Kemal Haraşçı Bey ve ismini
şimdi hatırlayamadığım birkaç kişi daha vardı… Bu heyet çarşı esnafını
toplayarak bir kooperatif kurma fikrini anlattılar. Herkes tasvip etti. Üye
kabulünün ardından kooperatif kuruldu. Belediye kooperatife çeşitli arsalar
gösterdi. Eminönü’ne yakınlığı nedeniyle bugünkü çarşısının bulunduğu arsa
kabul gördü.
Siz de müteşebbis
heyetin içinde miydiniz?
Değildim ama en az heyettekiler kadar süreci takip
ediyordum. Dükkânımız Sultanhamam’da Kısmet Han’daydı. Kooperatif ilk
çalışmalarına Kısmet Han’daki bir yazıhanede başladı. Biz dördüncü, kooperatif
üçüncü kattaydı. Bu nedenle, sanki her toplantıda biz varmışız gibi bilgimiz
oluyordu kooperatifin icraatlarından. 1971’lere kadar yönetimde yer almadım.
Çarşı açıldıktan sonra 1971’de çarşının idare heyetine girdim. Yirmi bir sene
görev yaptım.
Çarşı açılışına
katıldınız mı?
Evet, oradaydım. 1968’in sonlarına doğru çarşı açıldı. Açılışı
Başbakan Süleyman Demirel yaptı. Birinci blokta 1353 numaradaydım. Başbakan, bizim
dükkânın önündeki merdivenlerde çarşının kurdelesini kesti. Namık Özcan ve
Başbakan kısa konuşmalar yaptılar. Çok kalabalık bir gündü. Çarşının
arkasındaki Cibalikapı Kız Lisesi öğrencileri de törene katılıp Başbakana çiçek
verdiler.
Açılış günü bizim firmayla birlikte 20-30 firma daha
gelmişti. Bu kadar az firmanın gelmiş olmasını Sultanhamam’daki alışverişin
şeklinin değişmiş olmasına bağlıyorum. 1960’a kadar manifatura ithalata
dayanıyordu. 1960’dan sonra artık yerli üretime dönünce Sultanhamam aktörleri
de değişti. Sultanhamam’daki birçok eski manifaturacı işi bırakmıştı. Dolayısıyla
kimse gelmedi çarşıya. İdare heyeti çok müşkül durumda kaldı. Çarşı boş kalınca
başka iş kollarından insanlar burada dükkân açmak istediler. Mesela burada
meyhane açmak istediler. Hatta iki tane meyhane açıldı. Ama yönetim yetkisini
kullanarak bunların ihracı için mücadele etti.
Aslında çarşı
manifaturacılar için tasarlanmıştı. Ama sonuçta istenilen olmadı.
Manifaturacıların çoğu Sultanhamam’da kalmayı tercih etti. Peki hangi iş
kolları geldi geçti İMÇ’den?
Manifaturacıların çarşıya rağbet etmemesi şundan
kaynaklanıyordu: Belediye bize Sultanhamam ve Tahtakale’yi araç trafiğine
kapatacağını söylemişti. Biz de onun için kooperatifi kurduk ve inşaat yaptık.
Ancak çarşı açıldıktan sonra belediye her şeyi unuttu. Sultanhamam ve
Tahtakale’yi araç trafiğini kapatmadı. Eski tas, eski hamam devam etti.
Esnaflar yerlerinden kopamadı. Belediye kararını uygulasaydı çarşı açıldığı gün
tüm manifaturacılar çarşıyı doldururdu. Binanın yapılmasını teşvik eden
belediye boş kalmasını da teşvik etmiş oldu. Belediye PERPA’da da aynı
uygulamayı yaptı. Perşembe Pazarı’nı Karaköy’den kaldıracağım dedi ama
kaldırmadı. Böylece PERPA da senelerce boş kaldı.
Şahsen çarşının boş kalmaması için çok uğraştım. En az
altmış dükkânın arkadaşlarıma kiralanmasında veya satılmasında ön ayak
olmuşumdur. Birçok kadifeciyi ben getirdim çarşıya. Herkese yardımcı olmaya
çalıştım. Derlerdi ki seni vekâletsiz vekilimiz tayin ettik.
1970’lerin ortalarına doğru kadife döşeme piyasası gelişince
bu piyasa birinci bloğa geldiler. Hatta kadifecilerin en büyük markası olan
Epengle’nin çarşıya gelmesini teşvik ettim, dükkân bulmaları konusunda yardımcı
oldum. Epengle gelince diğer küçük kadifeciler de hemen İMÇ’den dükkân
tuttular. Kadifecilerle birlikte mefruşatçılar da gelmeye başladı. Birinci blok
o kadar doldu ki mefruşatçılar ikinci bloğa da taştı. Ondan sonraki en büyük
hareket Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde oldu. Japonya’ya yaptığı ilk
ziyarette, çok isabetli bir karar alarak, bugün Türkiye ihracatında büyük rolü
olan konfeksiyonun ana makinesi olan sanayi dikiş makinesi ithalatını serbest
bıraktı. Gümrüğünü de sıfır yaptı. Bunun üzerine sanayi dikiş makinesi ithalatı
patladı. İkinci bloğun küçük bir bölümünde üç-beş tane makine tamircisi vardı.
İthalatçılar da onların yanına, ikinci bloğa gelmeye başladı. Bu blokta büyük
bir canlılık görüldü. Makineciler konfeksiyoncuların da bu bloğa yerleşmesine
neden oldu.
Sirkeci’de Eminönü’nde küçük dükkânlarda taş plaklara dolum
yapan müzikçiler de kaset devriminin başlamasıyla yer ihtiyacı hissettiler.
Kaset artık küçük dükkânlarda doldurulmuyordu. Onlar da altıncı bloğa
yerleştiler. 1970’lerin ortalarından sonra çarşı mefruşatçılar, müzikçiler,
makinecilerle doldu. Çarşının ismi üçüne de uyuyordu. Müzikçiler, İstanbul Müzikçiler
Çarşısı; mefruşatçılar, İstanbul Mefruşatçılar Çarşısı; makineciler, İstanbul
Makineciler Çarşısı diyordu. Biz de çarşının esas adı olan İstanbul
Manifaturacılar Çarşısı’nı kullanıyorduk.
1353 numaralı
çarşıdaki ilk dükkânınızda ne iş yapıyordunuz?
Aslında bizim ilk dükkânımız altıncı bloktaydı. Biraz uzak
bulduk bu dükkânı ve bir tekstilci arkadaştan 90 bin lira ödeyerek 1353
numaralı dükkânı satın aldık. Manifaturacı olduğumuz için dükkânı kumaş satmak
için dekore ettik. Ama çarşı dolmadığı için ilk başlarda müşteri gelmedi ve
istediğimiz satışlara ulaşamadık. 1985’e kadar bu dükkânda iş yaptım. Sonra
işimi değiştirdiğim için burayı bir mefruşatçıya kiraya verdim ve Bayrampaşa’ya
taşındım. Birinci blokta hâlâ üç dükkânım var.
Yirmi bir sene çarşı
yönetiminde görev yaptığınızı söylediniz. Mutlaka ilginç şeyler yaşamışsınızdır.
Hatırladıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?
Tabii ki birçok ilginç olayla karşılaştık. Mesela çarşı
açılırken bir dükkân için 2 kilovatlık bir elektrik öngörülmüştü. Kadifeciler
gelip vitrin düzenlemesi ön plana çıkınca, sadece vitrinde 3-4 kilovat elektrik
harcandığını gördük. Acele karar alarak çarşının tüm elektrik tesisatını her
dükkâna 10 kilovat elektrik sağlayacak şekilde yeniledik. Elektrik İdaresi’yle
anlaşarak trafo merkezi inşa ettik. Kabloların tamamını değiştirdik. Çarşı bu
değişimden sonra çok rahatladı.
O günlerden kalan bir anıyı hep hatırlarım. Kabloları
değiştirmek için Türkiye’deki tüm kablo üreticilerinden fiyat teklifi aldık.
Pazarlıklar yapıldı ve en düşük fiyatı teklif eden şirkete iş verildi. Alım
yapıldıktan sonra kablo firması bu fiyata devlete veya herhangi bir müteahhide
bu kadar düşük fiyata mal vermediklerini söyledi. Çok iyi pazarlık ettiğimizi
anlattı. Tabii hepimiz tüccarlıktan geldiğimiz için pazarlığı çok iyi
biliyorduk; çarşının menfaatini hep ön planda tuttuk.
Çarşı faaliyete geçtikten sonra bekçi, temizlikçi, kazancı
gibi personellerimiz vardı. Sendika hareketleri başlayınca temizlik işçilerimiz
kendi istekleriyle Temizlik İş Sendikası’na geçti. Bu sendika DİSK’e bağlıydı.
Toplu iş sözleşmeleri için görüşmeler başladı. Bizim o zaman ilk kez başımıza
böyle bir şey geliyordu ve çok tecrübesizdik. Uzman bir avukat tuttuk. Onun
tavsiyelerini alarak toplu iş sözleşmelerini yürüttük. 1978 civarında çarşı
birçok rahatsızlık geçirdi. Dükkân kapatmalar ve tehditler başlamıştı. O
devirdeki bir toplu sözleşmede bazı sorunlar yaşadık. Çarşı yönetiminin toplu
sözleşme sözcüsüydüm. Sendikanın ileri gelenleriyle çok iyi anlaşıyorduk. Makul
insanlardı. Mesela bir sözleşmede işçiler bizden havlu istediler. Biz de olur
veririz, dedik. Bir sonraki sözleşmede işçiler havlunun enini boyunu tarif
ederek istediler. O sırada görüşmede bulunan sendika başkanı dedi ki kardeşim
sen kime havluyu tarif ediyorsun, bunların hepsi manifaturacı.
Yine toplu iş sözleşmelerinden birinde, biz heyet olarak
bazı çalışanların daha canla başla çalıştıklarını gözlemlediğimiz için onlara
sözleşmenin uygun gördüğü miktardan daha fazla ücret vermeyi önerdik. Sendika
kabul etmedi. Siz fazla para verirseniz bizim fonksiyonumuz kaybolur, dediler.
Biz de bu adamlar gece-gündüz çalışıyor, bunu karşılamamız lazım, dedik. Bunun
üzerine o arkadaşlar sendikadan ayrıldılar ve önerdiğimiz ekstra parayı
böylelikle verebildik.
Bir diğer anımız Ahmet İsvan’ın belediye başkanlığı dönemindeydi.
Çarşının müşterileri çarşıya rahatlıkla gelebilmesi için bulvarın karşısından
çarşıya bir yer altı geçidi yapmak istedik. O sırada da belediye uçan kuşa
borçlu. Belediyeye herhangi bir ödeme yapılacağı zaman, para belediyenin
kasasına girmeden haczediliyor. Belediyeyle oturduk masaya, bütün masrafları
bize ait, siz yapın parasını hemen verelim, dedik. Onlar da önce parayı verin,
biz yaparız dediler. Tabii ki o ortamda böyle bir teklif üstüne anlaşamadık. Seneler
sonra zannedersem Aytekin Kotil döneminde yapıldı yer altı geçidi.
Bir de bir hırsızlık olayı yaşadık çarşıda. Maalesef
bekçilerin sendikadaki temsilcisiyle bir gece bekçimiz anlaşmışlar ve çarşının
beşinci bloğunda depo olarak kullanılan bir dükkânı gözlerine kestirmişler.
Dükkânın anahtarını bir şekilde elde etmişler. Dükkâna her girdiklerinde birkaç
top kumaş çalmışlar. Özellikle az almışlar ki depodan mal çalındığı
anlaşılmasın. Aldıkları toplardan birini bilmeden depo sahibinin müşterilerinden
birine satmaya çalışmışlar. Müşteri duruma uyanmış ve beşinci blokta deposu
olan manifaturacıya haber vermiş. Dükkâna gelip sayım yaptılar. Biz de idare
heyeti olarak gözlemci olduk. Suçlular hemen yakalandılar ve görevden
uzaklaştırıldılar.
İMÇ’nin yıkılarak
yerine elli Osmanlı konutu yapılması fikri gündemde. Büyükşehir Belediyesi bu
konu hakkında girişimlerde bulunuyor. Yargıya akseden konu İMÇ Yönetimi lehine
sonuçlandı. Çarşının geleceğini yakından ilgilendiren bu konuda sizin
görüşlerinizi alabilir miyiz?
Yani dedikleri gibi biz buraya gelip kafamıza göre bir çarşı
yapmadık. Belediyenin tavsiyesi üzerine, belediyenin gösterdiği yer üzerine,
belediyenin tasvip edip onayladığı mevzi imar planı ve mimari proje üzerine,
belediyenin bizi uymakla zorunlu kıldığı şartlar üzerine, tamamen Teknik
Üniversite’deki profesörümüz Mustafa İnan Bey’in kontrolünde yapıldı bu inşaat.
Hiçbir zaman idare heyetinin inşaat hakkında bir müdahalesi olmamıştır.
Bu çarşının yapılmasında arazi önerisi getiren, istimlak yaparak
bize arsayı satan, mevzi imar planını yaptıran belediye, şimdi çarşıyı yıkmak
istiyor. Türkiye’de şahıslar değiştikçe temel meseleler unutuluyor. Maalesef
süreklilik yok. Herkes kendi kafasına göre hareket ediyor. Bugün Paris niye
dünyanın en güzel şehri? Çünkü yıllar önce çizdikleri şehrin imar planına kimse
bir noktasına dokunamaz. İsterse Cumhurbaşkanı istesin, fark etmez.
Lütfi Kırdar zamanında İstanbul’da iki büyük proje yapıldı.
Birisi Levent’te diğeri Ataköy’de. Ataköy ve Levent yapıldı fakat bu
projelerden sonra gelenler planları, projeleri unuttu. Ataköy Amerikan şehri
gibi karşısındaki Şirinevler bir Hindistan kasabası gibi…
İMÇ’nin yıkılmasına gerek yok. İMÇ’nin yeri çok güzel.
Çarşımız, Türk-İslam mimarisinden de esintiler taşır. Hatta dünyada hatrı
sayılır bir mimarlık yarışması olan Aga Khan Vakfı ödüllerine de vakıf
tarafından aday gösterilmiştir, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı. Bunun altını
çizmek isterim: “Biz değil bizzat yarışmayı düzenleyen vakıf mimarlık ödülüne aday
gösterdi çarşıyı”.
İmeceden İMÇ'ye, 15 Şubat 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder