7 Aralık 2012 Cuma

İMÇ'NİN VEKÂLETSİZ VEKİLİ: MANİFATURACI İSMET ÜLKE

2009 yılında sandığa attığım leziz söyleşilerden biri. Şöyle demişti İsmet Ülke: "İki türlü işadamı vardır. Biri tüccardır. Tüccar eline, sözüne, işine güvenilen kimse demektir. Ona yüzde yüz itibar edilir. Alacağına vereceğine sadıktır. Ondan ürkmeye, korkmaya gerek yoktur. Diğeri iş adamıdır. Onun için en önde gelen şahsi menfaattir. Menfaati için her şey yapar. Biz o eski tüccar grubuna dâhiliz. Onun için şimdi kolay iş yapamıyoruz."


İsmet Ülke
1945’ten beri manifaturacılık yapıyorsunuz. Sultanhamam’ın en şaşaalı günlerini biliyorsunuz. Bize biraz manifaturacılıktan Sultanhamam piyasasından, bahseder misiniz? Telefonun, faksın, internetin olmadığı bir ortamda nasıl uluslararası ticaret yapılıyordu?

Aslında manifaturacılıkla tanışıklığım 1935 yıllara rastlar. Çocukken okuldan sonra eve gideceğime babamın manifaturacı dükkânına giderdim. Çok meraklıydım işe... Dükkânda her zaman amcam bulunurdu. Babam dışarıda işleri takip ederdi. Onların yeni Türkçesi olmadığı için fatura, makbuz ve mektupları yazardık. Bunun karşılığında da bize kebap ısmarlarlardı.

İşe bilfiil başladığım 1945’lerde Sultanhamam’da her şey güvene dayalıydı. Avrupalı firmalarla bağlantıyı bizim “röprezant” dediğimiz temsilciler yapardı. Harpten sonra Türkiye’de satılan manifaturanın en geçerli çeşitleri birinci olarak Almanya’dan, ikinci İtalya’dan, üçüncü İngiltere’den, sonra da Fransa’dan gelirdi. Ne lisan bilirdik ne oralara gidip gelirdik. Her şeyi aradaki temsilciler yapardı. Onların getirdiği kataloglardan mal seçilir, pazarlık yapılır, akreditif açılırdı. Mallar zamanında elimize ulaşırdı. O kadar ithalat yaptım bir gün bile bir şeyin hilaf geldiğini, eksik geldiğini görmedim.

1946 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizim temsilci Amerika’dan savaş fazlası sargı bezi numuneleri getirdi. Biz de o zaman çok tülbent satıyoruz. Baktık sargı bezlerinden çok güzel tülbent oluyor. Hemen akreditif açıldı mallar için… Hiç unutmam dolar o zaman 1 lira 29 kuruş. Aynı yılın Ağustos ayında Recep Peker kabinesi başa geçti. Başbakanlığı döneminde dolar 2 lira 80 kuruşa çıktı. Bu artış yüzünden Recep Peker kabinesi göreve geldiğinden bir yıl sonra düşmek zorunda kaldı. Demokrat Parti zamanında dolar 8 lira oldu. Sonra karaborsa çıktı ve dolar 18 liraya kadar alıcı buldu. 

Bir gün Almanya’dan bir mal geldi bize. Faturasını açtık belirli bir miktar indirim yapmışlar. Ciddi firmalarla çalıştığımız için indirimin nedenini anlamadık. Böyle bir indirimi konuşmamıştık. Yanlışlık varsa düzeltilsin diyerek temsilciyi aradık. Almanya’dan bin bir özürle başlayan bir mektup aldık. Meğerse bize gönderilen malların içine yanlışlıkla kalite kontrolden geçmeyen iki top konulmuş. Kumaşlarda defo olabileceğini düşünerek indirim yapmaya uygun görmüşler. Bunu söyleyen bizim tabirimizle gâvur, ama senin hakkını senden evvel tespit ediyor.

İthalatlar kesildikten sonra yerli firmalarla alışveriş yapmaya deneyelim dedik. Yerli fabrikalar o zamanlar bez yapıyorlar, emprime yapan az yer var. Bez aldık piyasadan Adana’nın en büyük fabrikalarından birine emprime yaptırıyoruz. Sonra bizim emprimelerin bizden habersiz piyasada satıldığını gördük. Meğerse fabrika, bizim malları bizden habersiz satıyormuş. Bu bir ticari ahlak meselesi!

Yerli piyasadaki ikinci deneyimimiz de hüsranla bitti. Bu sefer Türkiye’nin en büyük kumaş fabrikasına kumaş yaptırmaya karar verdik. Desenleri biz verdik. İmalattan sonra mal toptan geldi. Bir arkadaşımız geldi ve yaptırdığımız kumaşları beğendi. Bizden bir elbiselik kumaş istedi. Toptancıyız ancak arkadaşımızı kırmadık. Topu bir açtık. Defosuz bir tarafı yok. Neresini kesip arkadaşımıza verelim bilemedik. Almanya’dan gelen malda olmayan defoya “olabilir” diyerek indirim yapmışlardı, Türkiye’de ise her tarafı defolu malı normal fiyattan sattılar bize.
Türkiye’deki manifaturacılığın nasıl saygın bir meslek olduğunu 1975’te Frankfurt’ta gittiğim bir fuar sayesinde daha da iyi anladım. Bazı tekstil makinelerine bakmak için gitmiştim fuara. Bir makine beğendik. Makine hakkında tüm teknik bilgileri bize aktardılar. O zaman makineleri getirdikten sonra bir seneye kadar vade tanınabiliyor. Ödeme için nasıl kolaylık yapacaklarını sordum. Bu konuda yetkilerinin olmadığını söyleyip patronlarını çağırdılar.

Patron geldi. Tam bir Alman baronu… Oğlum Haluk tercümanlığımızı yapıyor. Haluk’a dedim ki pazarlığı yapmadan önce bizim geçmişimizi anlat, 1945’den itibaren Almanya’nın birçok firmasından tekstil ithal ettiğimizi, şimdi tekstil ithali zorlaştığı için bu işi yapmaya karar verdiğimizi söyle, dedim. Oğlum söylediklerimi çevirdi ve ne kadar indirim yapabileceğini sordu. Patron şöyle cevapladı: “Ben babanın yaptığı işleri duydum. Benim haddim değil onunla bu konuları konuşmak. O bu işi benden daha iyi biliyor. Nasıl isterse öyle ödesin”. On beş sene bu adam, işinin başında durduğu sürece bizi bir kez arayıp ne ödüyorsun, ne zaman ödüyorsun diye sormadı.

Uzun lafın kısası o kadar ithalat yaptık Avrupa’yla bir gün bile bir itilaf yaşamadık. Nedenini “Tekstil Teknik” isimli derginin benimle yaptığı bir söyleşide belirtmiştim, tekrarlamak isterim: İki türlü işadamı vardır. Biri tüccardır. Tüccar eline, sözüne, işine güvenilen kimse demektir. Ona yüzde yüz itibar edilir. Alacağına vereceğine sadıktır. Ondan ürkmeye, korkmaya gerek yoktur. Diğeri iş adamıdır. Onun için en önde gelen şahsi menfaattir. Menfaati için her şey yapar. Biz o eski tüccar grubuna dâhiliz. Onun için şimdi kolay iş yapamıyoruz.

Bu zevkli girişten sonra isterseniz biraz da İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’ndan bahsedelim. Sultanhamam’ın eski tüccarlarındansınız, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nın fikir aşamasından açılışına kadar geçen sürecin de canlı tanığısınız. Neden Sultanhamamlı manifaturacılar bir çarşı yapma fikrini gerçekleştirmek adına bir araya geldi?

Bu yıla kadar dünya harp içinde olduğu için tekstil piyasasında bir hareket yoktu. 1945’te Avrupa piyasasının canlanmasıyla Sultanhamam ve Tahtakale inanılmaz derecede hareketlendi. Kamyonların mal indirip bindirmesi büyük bir trafik keşmekeşi yarattı. Bu sırada belediye meclisi bir tavsiye kararı aldı: “Trafik keşmekeşini önlemek için Tahtakale-Sultanhamam bölgesinde araba girişini yasaklayacağız; yalnız yaya trafiğine izin vereceğiz. Toptancılar hareket edemeyecekleri için şimdiden tavsiye ediyoruz şehir dışında yer bulsunlar”.  

Bunun üzerine telaşa düşen tüccarlar aralarında bir müteşebbis heyeti kurdular. Zamanın en büyük tüccarlarından oluşuyordu heyet: Rıfat Edin Bey, Namık Özcan Bey, Naci Karatay Bey, İsmet Çakır Bey, Niyazi Hamzaoğlu Bey, Ömer Kurdoğlu Bey, Osman Nuri Bey, Kemal Haraşçı Bey ve ismini şimdi hatırlayamadığım birkaç kişi daha vardı… Bu heyet çarşı esnafını toplayarak bir kooperatif kurma fikrini anlattılar. Herkes tasvip etti. Üye kabulünün ardından kooperatif kuruldu. Belediye kooperatife çeşitli arsalar gösterdi. Eminönü’ne yakınlığı nedeniyle bugünkü çarşısının bulunduğu arsa kabul gördü.

Siz de müteşebbis heyetin içinde miydiniz?

Değildim ama en az heyettekiler kadar süreci takip ediyordum. Dükkânımız Sultanhamam’da Kısmet Han’daydı. Kooperatif ilk çalışmalarına Kısmet Han’daki bir yazıhanede başladı. Biz dördüncü, kooperatif üçüncü kattaydı. Bu nedenle, sanki her toplantıda biz varmışız gibi bilgimiz oluyordu kooperatifin icraatlarından. 1971’lere kadar yönetimde yer almadım. Çarşı açıldıktan sonra 1971’de çarşının idare heyetine girdim. Yirmi bir sene görev yaptım. 

Çarşı açılışına katıldınız mı?

Evet, oradaydım. 1968’in sonlarına doğru çarşı açıldı. Açılışı Başbakan Süleyman Demirel yaptı. Birinci blokta 1353 numaradaydım. Başbakan, bizim dükkânın önündeki merdivenlerde çarşının kurdelesini kesti. Namık Özcan ve Başbakan kısa konuşmalar yaptılar. Çok kalabalık bir gündü. Çarşının arkasındaki Cibalikapı Kız Lisesi öğrencileri de törene katılıp Başbakana çiçek verdiler.

Açılış günü bizim firmayla birlikte 20-30 firma daha gelmişti. Bu kadar az firmanın gelmiş olmasını Sultanhamam’daki alışverişin şeklinin değişmiş olmasına bağlıyorum. 1960’a kadar manifatura ithalata dayanıyordu. 1960’dan sonra artık yerli üretime dönünce Sultanhamam aktörleri de değişti. Sultanhamam’daki birçok eski manifaturacı işi bırakmıştı. Dolayısıyla kimse gelmedi çarşıya. İdare heyeti çok müşkül durumda kaldı. Çarşı boş kalınca başka iş kollarından insanlar burada dükkân açmak istediler. Mesela burada meyhane açmak istediler. Hatta iki tane meyhane açıldı. Ama yönetim yetkisini kullanarak bunların ihracı için mücadele etti.  

Aslında çarşı manifaturacılar için tasarlanmıştı. Ama sonuçta istenilen olmadı. Manifaturacıların çoğu Sultanhamam’da kalmayı tercih etti. Peki hangi iş kolları geldi geçti İMÇ’den?

Manifaturacıların çarşıya rağbet etmemesi şundan kaynaklanıyordu: Belediye bize Sultanhamam ve Tahtakale’yi araç trafiğine kapatacağını söylemişti. Biz de onun için kooperatifi kurduk ve inşaat yaptık. Ancak çarşı açıldıktan sonra belediye her şeyi unuttu. Sultanhamam ve Tahtakale’yi araç trafiğini kapatmadı. Eski tas, eski hamam devam etti. Esnaflar yerlerinden kopamadı. Belediye kararını uygulasaydı çarşı açıldığı gün tüm manifaturacılar çarşıyı doldururdu. Binanın yapılmasını teşvik eden belediye boş kalmasını da teşvik etmiş oldu. Belediye PERPA’da da aynı uygulamayı yaptı. Perşembe Pazarı’nı Karaköy’den kaldıracağım dedi ama kaldırmadı. Böylece PERPA da senelerce boş kaldı.

Şahsen çarşının boş kalmaması için çok uğraştım. En az altmış dükkânın arkadaşlarıma kiralanmasında veya satılmasında ön ayak olmuşumdur. Birçok kadifeciyi ben getirdim çarşıya. Herkese yardımcı olmaya çalıştım. Derlerdi ki seni vekâletsiz vekilimiz tayin ettik.

1970’lerin ortalarına doğru kadife döşeme piyasası gelişince bu piyasa birinci bloğa geldiler. Hatta kadifecilerin en büyük markası olan Epengle’nin çarşıya gelmesini teşvik ettim, dükkân bulmaları konusunda yardımcı oldum. Epengle gelince diğer küçük kadifeciler de hemen İMÇ’den dükkân tuttular. Kadifecilerle birlikte mefruşatçılar da gelmeye başladı. Birinci blok o kadar doldu ki mefruşatçılar ikinci bloğa da taştı. Ondan sonraki en büyük hareket Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde oldu. Japonya’ya yaptığı ilk ziyarette, çok isabetli bir karar alarak, bugün Türkiye ihracatında büyük rolü olan konfeksiyonun ana makinesi olan sanayi dikiş makinesi ithalatını serbest bıraktı. Gümrüğünü de sıfır yaptı. Bunun üzerine sanayi dikiş makinesi ithalatı patladı. İkinci bloğun küçük bir bölümünde üç-beş tane makine tamircisi vardı. İthalatçılar da onların yanına, ikinci bloğa gelmeye başladı. Bu blokta büyük bir canlılık görüldü. Makineciler konfeksiyoncuların da bu bloğa yerleşmesine neden oldu.

Sirkeci’de Eminönü’nde küçük dükkânlarda taş plaklara dolum yapan müzikçiler de kaset devriminin başlamasıyla yer ihtiyacı hissettiler. Kaset artık küçük dükkânlarda doldurulmuyordu. Onlar da altıncı bloğa yerleştiler. 1970’lerin ortalarından sonra çarşı mefruşatçılar, müzikçiler, makinecilerle doldu. Çarşının ismi üçüne de uyuyordu. Müzikçiler, İstanbul Müzikçiler Çarşısı; mefruşatçılar, İstanbul Mefruşatçılar Çarşısı; makineciler, İstanbul Makineciler Çarşısı diyordu. Biz de çarşının esas adı olan İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nı kullanıyorduk.

1353 numaralı çarşıdaki ilk dükkânınızda ne iş yapıyordunuz?

Aslında bizim ilk dükkânımız altıncı bloktaydı. Biraz uzak bulduk bu dükkânı ve bir tekstilci arkadaştan 90 bin lira ödeyerek 1353 numaralı dükkânı satın aldık. Manifaturacı olduğumuz için dükkânı kumaş satmak için dekore ettik. Ama çarşı dolmadığı için ilk başlarda müşteri gelmedi ve istediğimiz satışlara ulaşamadık. 1985’e kadar bu dükkânda iş yaptım. Sonra işimi değiştirdiğim için burayı bir mefruşatçıya kiraya verdim ve Bayrampaşa’ya taşındım. Birinci blokta hâlâ üç dükkânım var.

Yirmi bir sene çarşı yönetiminde görev yaptığınızı söylediniz. Mutlaka ilginç şeyler yaşamışsınızdır. Hatırladıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?

Tabii ki birçok ilginç olayla karşılaştık. Mesela çarşı açılırken bir dükkân için 2 kilovatlık bir elektrik öngörülmüştü. Kadifeciler gelip vitrin düzenlemesi ön plana çıkınca, sadece vitrinde 3-4 kilovat elektrik harcandığını gördük. Acele karar alarak çarşının tüm elektrik tesisatını her dükkâna 10 kilovat elektrik sağlayacak şekilde yeniledik. Elektrik İdaresi’yle anlaşarak trafo merkezi inşa ettik. Kabloların tamamını değiştirdik. Çarşı bu değişimden sonra çok rahatladı.
O günlerden kalan bir anıyı hep hatırlarım. Kabloları değiştirmek için Türkiye’deki tüm kablo üreticilerinden fiyat teklifi aldık. Pazarlıklar yapıldı ve en düşük fiyatı teklif eden şirkete iş verildi. Alım yapıldıktan sonra kablo firması bu fiyata devlete veya herhangi bir müteahhide bu kadar düşük fiyata mal vermediklerini söyledi. Çok iyi pazarlık ettiğimizi anlattı. Tabii hepimiz tüccarlıktan geldiğimiz için pazarlığı çok iyi biliyorduk; çarşının menfaatini hep ön planda tuttuk.

Çarşı faaliyete geçtikten sonra bekçi, temizlikçi, kazancı gibi personellerimiz vardı. Sendika hareketleri başlayınca temizlik işçilerimiz kendi istekleriyle Temizlik İş Sendikası’na geçti. Bu sendika DİSK’e bağlıydı. Toplu iş sözleşmeleri için görüşmeler başladı. Bizim o zaman ilk kez başımıza böyle bir şey geliyordu ve çok tecrübesizdik. Uzman bir avukat tuttuk. Onun tavsiyelerini alarak toplu iş sözleşmelerini yürüttük. 1978 civarında çarşı birçok rahatsızlık geçirdi. Dükkân kapatmalar ve tehditler başlamıştı. O devirdeki bir toplu sözleşmede bazı sorunlar yaşadık. Çarşı yönetiminin toplu sözleşme sözcüsüydüm. Sendikanın ileri gelenleriyle çok iyi anlaşıyorduk. Makul insanlardı. Mesela bir sözleşmede işçiler bizden havlu istediler. Biz de olur veririz, dedik. Bir sonraki sözleşmede işçiler havlunun enini boyunu tarif ederek istediler. O sırada görüşmede bulunan sendika başkanı dedi ki kardeşim sen kime havluyu tarif ediyorsun, bunların hepsi manifaturacı.  

Yine toplu iş sözleşmelerinden birinde, biz heyet olarak bazı çalışanların daha canla başla çalıştıklarını gözlemlediğimiz için onlara sözleşmenin uygun gördüğü miktardan daha fazla ücret vermeyi önerdik. Sendika kabul etmedi. Siz fazla para verirseniz bizim fonksiyonumuz kaybolur, dediler. Biz de bu adamlar gece-gündüz çalışıyor, bunu karşılamamız lazım, dedik. Bunun üzerine o arkadaşlar sendikadan ayrıldılar ve önerdiğimiz ekstra parayı böylelikle verebildik.

Bir diğer anımız Ahmet İsvan’ın belediye başkanlığı dönemindeydi. Çarşının müşterileri çarşıya rahatlıkla gelebilmesi için bulvarın karşısından çarşıya bir yer altı geçidi yapmak istedik. O sırada da belediye uçan kuşa borçlu. Belediyeye herhangi bir ödeme yapılacağı zaman, para belediyenin kasasına girmeden haczediliyor. Belediyeyle oturduk masaya, bütün masrafları bize ait, siz yapın parasını hemen verelim, dedik. Onlar da önce parayı verin, biz yaparız dediler. Tabii ki o ortamda böyle bir teklif üstüne anlaşamadık. Seneler sonra zannedersem Aytekin Kotil döneminde yapıldı yer altı geçidi.

Bir de bir hırsızlık olayı yaşadık çarşıda. Maalesef bekçilerin sendikadaki temsilcisiyle bir gece bekçimiz anlaşmışlar ve çarşının beşinci bloğunda depo olarak kullanılan bir dükkânı gözlerine kestirmişler. Dükkânın anahtarını bir şekilde elde etmişler. Dükkâna her girdiklerinde birkaç top kumaş çalmışlar. Özellikle az almışlar ki depodan mal çalındığı anlaşılmasın. Aldıkları toplardan birini bilmeden depo sahibinin müşterilerinden birine satmaya çalışmışlar. Müşteri duruma uyanmış ve beşinci blokta deposu olan manifaturacıya haber vermiş. Dükkâna gelip sayım yaptılar. Biz de idare heyeti olarak gözlemci olduk. Suçlular hemen yakalandılar ve görevden uzaklaştırıldılar.

İMÇ’nin yıkılarak yerine elli Osmanlı konutu yapılması fikri gündemde. Büyükşehir Belediyesi bu konu hakkında girişimlerde bulunuyor. Yargıya akseden konu İMÇ Yönetimi lehine sonuçlandı. Çarşının geleceğini yakından ilgilendiren bu konuda sizin görüşlerinizi alabilir miyiz?  

Yani dedikleri gibi biz buraya gelip kafamıza göre bir çarşı yapmadık. Belediyenin tavsiyesi üzerine, belediyenin gösterdiği yer üzerine, belediyenin tasvip edip onayladığı mevzi imar planı ve mimari proje üzerine, belediyenin bizi uymakla zorunlu kıldığı şartlar üzerine, tamamen Teknik Üniversite’deki profesörümüz Mustafa İnan Bey’in kontrolünde yapıldı bu inşaat. Hiçbir zaman idare heyetinin inşaat hakkında bir müdahalesi olmamıştır. 

Bu çarşının yapılmasında arazi önerisi getiren, istimlak yaparak bize arsayı satan, mevzi imar planını yaptıran belediye, şimdi çarşıyı yıkmak istiyor. Türkiye’de şahıslar değiştikçe temel meseleler unutuluyor. Maalesef süreklilik yok. Herkes kendi kafasına göre hareket ediyor. Bugün Paris niye dünyanın en güzel şehri? Çünkü yıllar önce çizdikleri şehrin imar planına kimse bir noktasına dokunamaz. İsterse Cumhurbaşkanı istesin, fark etmez.

Lütfi Kırdar zamanında İstanbul’da iki büyük proje yapıldı. Birisi Levent’te diğeri Ataköy’de. Ataköy ve Levent yapıldı fakat bu projelerden sonra gelenler planları, projeleri unuttu. Ataköy Amerikan şehri gibi karşısındaki Şirinevler bir Hindistan kasabası gibi…

İMÇ’nin yıkılmasına gerek yok. İMÇ’nin yeri çok güzel. Çarşımız, Türk-İslam mimarisinden de esintiler taşır. Hatta dünyada hatrı sayılır bir mimarlık yarışması olan Aga Khan Vakfı ödüllerine de vakıf tarafından aday gösterilmiştir, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı. Bunun altını çizmek isterim: “Biz değil bizzat yarışmayı düzenleyen vakıf mimarlık ödülüne aday gösterdi çarşıyı”. 

İmeceden İMÇ'ye, 15 Şubat 2009

Hiç yorum yok: