28 Aralık 2011 Çarşamba

EĞİTİME ADANMIŞ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ

1987 Eylül'ünde Galatasaray Lisesi'nin hazırlık sınıfına başladığımda, yanımızdaki Kabataş Lisesi'nin müdürü Korel Haksun'du. 1990'lı yılların sonunda kendisiyle ÇEKÜL'de tanıştık. Birçok projede birlikte çalıştık. 2005'te Kabataş'tan emekli olduğunda ben de üniversiteyi çoktan bitirmiştim. B+ dergisi sayesinde onunla tekrar buluşma, sohbet etme şansı buldum.  


Korel Haksun'la Aralık 2011'de Kabataş Lisesi'nde buluştum.
Kabataş Lisesi’nde 20 yıl görev yapmış, lisenin bugünkü durumuna gelmesinde büyük emekleri olan, lisenin efsane müdürü Korel Haksun’la lisede buluştum. Aslında birçok sorum vardı. İlk soruyu sordum, o da cevap vermeye başladı. Anlatmayı bitirdiğinde kafamdaki tüm soruları –ona sormadığım halde- cevaplamış oldu. Bir öğretmenin sahip olması gerektiği bilgi birikimi, sadelik ve alçak gönüllükle… Bir öğrenci gibi dinledim, söylediklerini kaydettim, noktası ve virgülüne dokunmadan yayımlıyorum.

Söz Korel Haksun’da…

1940 yılında İstanbul’da doğdum. 1950 yılına kadar ilkokulun üç sınıfını burada okudum. Sonra, babamın memuriyeti nedeniyle 1950’de Ağrı’ya gittik. İlkokul 4. ve 5. sınıfları Ağrı Karaköse’de bitirdim. Ortaokul 1. sınıfı İstanbul’da okudum. Diğer sınıfları ise Ankara’da tamamladım. Lise son sınıftayken benim ne olacağım konusunda bilinçlenmem oldu. Daha çok tarihe meraklıydım. Tarih öğretmenimi de örnek alarak, mezun olduktan sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümüne kaydoldum. 1964’ün Nisan ayında mezun oldum.

İlk görev yerim Gaziantep. Gaziantep Lisesi’nde göreve başladım. 1967 yılına kadar orada çalıştım. Bir yıl öğretmenlik yaptım, geriye kalan 2 yılda müdür yardımcılığı görevinde bulundum. 1967 yılında bir telefon geldi bakanlıktan, Diyarbakır Ergani Lisesi’nin müdürlüğünü teklif ettiler. Şaşırdım, o zaman daha gencim, 27 yaşındayım. Gaziantep’teki kıdemli öğretmenlerle görüştüm, git dediler. Biz de gittik Ergani’ye gittik. İki sene görev yaptım. Orada evlendim. Evlilikten üç ay sonra tayinimi istedim. Konya Akşehir Lisesi’ne tayinim çıktı. Orada da 1971’e kadar çalıştım. Askerlikten sonra da Karabük Demir Çelik Lisesi’ne verdiler beni… 13 yıl orada müdürlük yaptım. Safranbolu’nun gelişmesi ve koruma çalışmalarına tanıklık ettim. Artık orada yapacağımı yaptım diye düşünerek tayin istedim. O zamanlar zordu tayinler. Bakanlık müfettişlerinden Şenel Birsöz İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne tayin olmuştu. Ona hayırlı olsun ziyaretinde gittim. Ne yapıyorsun, dedi. Karabük’teyim ama tayinimi istiyorum dedim. Çalışmalarımı da biliyordu Karabük’ten… Dedi ki seni Kabataş Lisesi’ne alalım. Şaşırdım! İstanbulluyum ve Kabataş’ı da biliyorum. Bakanlığa benim ismimi önerdi.

6 Eylül 1985, Kabataş Lisesi’ndeyim…

Ağustos 1985’te kararnamem çıktı. 6 Eylül 1985’te Kabataş’ta göreve başladım. 2005 yılına kadar 20 yıl hizmet ettik orada…Çok tanımıyordum okulu... Kabataş’ın İstanbul’un köklü bir okulu olduğunu biliyordum. Denizi ve Boğaz’ı sevdiğim için hep bu okulu görürdüm. Hatta ailem de benim bu okulda okumamı isterdi ama kısmet olmadı. Göreve başladığımda kayıt zamanıydı, okul çok kalabalıktı. Mehmet Kaya’yı gördüm okulda, Konya Akşehir’de beraber çalışmıştık, felsefe öğretmeniydi. Onlar okulu tanıttılar, gezdirdiler. Kalabalık okul 2000 mevcut var, 1000 öğrenci yatılı. Bina okul olarak yapılmadığı için yatakhaneler kalabalık, 50-60 kişilik koğuşlar var. 3 katlı ranzalar var. Harap bir okul. Nasıl altından kalkacağız bilemiyordum.

O zaman Kenan Evren Cumhurbaşkanı. Ben göreve başlamadan 5-6 ay once liseye ani bir baskın yapmış. Beğenmemiş okulu ve o nedenle müdürü görevden almış. Tekrar gelecek aniden diye düşünceler vardı. O gelmeden once mutfakta, yatakhanelerde kendi imkânlarımızla düzenlemeler yapmaya çalıştık. Nitekim 1986’da 29 Ekim Bayramı geliyor. 28 Ekim’de çocuklarla tören yapacağız. Kenan Evren geliyor, dediler. Okulu gezdi ve iyi bulduğunu söyledi. Bu durum benim Kabataş’a olan enerjimi çoğalttı. Eski Kabataşlılara bu bahaneyle daha rahat ulaşabildim. Onları örgütlemeyi düşündüm. Bu arada Safranbolu’da tanıştığım Prof. Dr. Metin Sözen de burada, TBMM Milli Saraylar’da danışmanlık yapıyordu. Ona danıştım. Eksik olmasın uzmanlar gönderdi, ustalar ayarladı. Ufak tefek tamiratlara başladık. En sıkıştığımız zamanlarda bize destek verdi, moral verdi.

Bir yağmur yağardı bütün çatı su akıtırdı. Yanımızdaki Galatasaray Lisesi’nin durumu da aynıydı. Ancak onlar vakıflarını kurmuş ve nakit konusunda bize göre daha iyi duruma gelmişti.

Okulumuzu otel yapmak istiyorlar

Burası önemli bir yer, benim burada iyi işler yapabilmem için arkamı sağlama almam lazım diye düşündüm. O zaman Özal zamanı… Boğaz’daki okullar yıkılacak, yerine oteller yapılacak diye bir sürü dedikodu dolaşıyor ortalıkta.

Bu arada okulun hemen yanında Feriye Karakolu’nun bulunduğu arsa Tekel’e bağlı. Başmuavin Fahri Bey bu arsanın okula katılması için çok uğraştıklarını söyledi. Bu bir hayal gibi geldi bana… Önce okulu kurtaralım dedim. Ondan sonra o arsayı hallederiz diye aklımdan geçirdim. İnceledim belgeleri, ta 1928’den beri, yani okul Kabataş Ticaret Lisesi’nin bulunduğu binadan şimdiki yerine geldiği günden itibaren o Tekel arsasını almaya çalışmış. Hep olumsuz cevap almışlar. Arsada Paşabahçe’den gelen içkiler depo edilip, bayilere dağıtılıyordu. Karakol binası çok haraptı.

Bir gün dediler ki Besim Tibuk dolaşıyor bahçede… Besim Tibuk da o tarihlerde Akaretler’deki binaları restore ediyordu. Oturduk konuştuk. Bu binalar otel olabilir mi, diye sordum. “Burası güzel bina, iyi otel olur ama kâr getirmez. İnceledim okulu, zemin altında bodrumu yok. Dolayısıyla zemin kat mutfak ve diğer hizmet birimlerinin kullanımında olmalı. Geriye kalıyor iki kat. Bunların da tavanları çok yüksek, düşüremezsin. Kalan bölümlerin tamamını oda yapsanız bile rantabl olmaz, masrafını çıkarmaz” dedi. Ben de bunun üzerine rahatladım. Bir de Galatasaray Lisesi’nden dolayı bir güvenimiz vardı. Galatasaraylıların bu liseyi otel yaptırmayacaklarından emindik. Biz de otomatik olarak kurtuluruz diye düşündük.

Kabataşlılar bir vakıf bünyesinde bir araya geliyor

O zaman Galatasaraylılar vakfını yeni kurmuş. Vakıf yetkilerini okula çağırdım, onlardan fikir aldım. İmrendim, biz de böyle bir ortama kavuşuruz diye hayal ettim. Daha önce lisenin derneği vakıf kurma teşebbüsünde bulunmuş. O zaman dernek başkanı Recep Sebilik’ti. Recep Bey’e süreci sordum. Vakıf sürecine bazı arkadaşların engel olduğunu söyledi. Ben de yapalım bu işi dedim. Derneğin gündemine getirdik.  Baktık bazı arkadaşlar vakıf kurma işine muhalif. Vakıf kurulursa derneğin imkânlarının kısıtlanacağını düşünüyorlar. Mezunlar gece gündüz okula gelmeye başladılar. Ben de alışık değilim, Anadolu’da okula sadece veliler gelir. Bunda bir iş var diyorum kendi kendime…

Grup grup mezunlarla toplantı yapmaya, okulun durumunu anlatmaya başladım. O arada personel yetersiz. Personel emekli olunca, Milli Eğitim yerine personel atamıyor. Sizin zengin derneğiniz var, dernek karşılasın, imkânı olmayan okullara personel vereceğiz diyor. Derneğin bir miktar parasını da Cumhurbaşkanı gelecek diye mutfağa yatırmıştık. Paramız bitmişti. Ne yapalım diye düşünüyorum.

Lise için bir dönüm noktası: Feyyaz Tokar

Bu arada Vuslat Sadıkoğlu diye bir hanımefendi ziyaretime geldi. Sadıkoğlu ailesini tanıyorum ama Vuslat Hanım’ı bilmiyordum. Şirketlerinde çalışan birinin çocuğunu kayıt ettirmeye gelmiş. Yardımcı oldum. Anlattım okulda yapmak istediklerimi. İhtiyacın olursa dedi kartım budur, istediğin zaman ara, dedi. Bunu hep söylerler ama arkası gelmez, diye düşündüm.

Aradan bir süre geçip sıkıntıya düşünce aklıma Vuslat Hanım geldi. Bizi kabul etti. Biraz destek olursanız kayıt zamanına kadar personelin maaşlarını verme imkânımız doğacak dedim. O zaman dernekte 10 kişi çalışıyordu. Durdu ve bu çözüm değil dedi. Benim damadım var, tanıyor musun Feyyaz Tokar’ı dedi. Feyyaz Tokar’ı tanıyorum, o zamanlar Cumhuriyet’te de yazardı. Duydum ama tanışmıyorum dedim. Hemen açtı telefonu ve Feyyaz Bey’e “Feyyaz, burada senin okuduğun okulun müdürü var, veriyorum sana bazı istekleri var” dedi. Anlattık durumu, Feyyaz Bey olumlu davrandı. Almanya’ya tedaviye gideceğini 2-3 ay içinde geleceğini söyledi. Gelince ben size ararım dedi. Nasihat aldığımızı düşündüm. Arayacağını hiç tahmin etmedim.

Aradan 3 ay geçti. Feyyaz Bey bize randevu verdi. Derneğe bağlı çalışanların 6-7 aylık maaşlarını vermeyi kabul etti. Kabataş’la ilgili düşüncelerimi de sordu. Kabataş’ı siyasilerin müdahale edemeyeceği bir okul yapmak istediğimi ve okulun binalarını iyileştirmek istediğimi söyledim. O nedenle de vakıf kurma yoluna girdik dedim. Arzu ederseniz sizin gibi bir Kabataşlıyı da aramızda görmek isteriz dedim. Ben bir düşüneyim size cevap veririm dedi.

Müteşebbis başkan olarak seçtiğimiz İstanbul eski defterdarı
Adnan Barlas başkanlığında vakıf toplantılarını yapmaya başladık. Kabataşlıları buluyoruz, toplantılara çağırıyoruz. Feyyaz Bey’le ilgili konuyu da vakıf müteşebbis heyetine açtım, olumlu karşıladılar. Nitekim aradan bir süre geçti, tekrar bizi ofisine davet etti Feyyaz Bey. Vakfa üye olmayı kabul ettiğini söyledi. Tek çekindiği konu vardı. Buranın otel olma durumu var. Eğer olacaksa okulu otel yapan bir vakıf yetkilisi olarak tanınmak istemem, dedi. Ben de Besim Bey’in ziyareti sırasında aktardıklarını Feyyaz Bey’e anlattım. O da tamam dedi. İlk toplantıya katıldı, biz de kendisini başkan olarak seçtik.

Liseliler vakıflarına kavuştu: Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı

Vakıf kuruldu ama vakfın çok güçlü olması lazım. Bir telefonla her yere ulaşabilmeli, sorunları çözebilmeli. Hep gözümüzün önünde Galatasaray Eğitim Vakfı var. Onun da başkanı o zaman İnan Kıraç. Feyyaz Bey kurucular listesine baktı ve listedeki bazı eksik isimleri de kurucular arasına almamız gerektiğini söyledi. Cahit Kocaömer de o isimler arasındaydı. Hasan Pulur, Erol Simavi ve Haldun Simavi’yi ekledi listeye... Böylelikle prestijimiz daha da yükseldi.

Feyyaz Bey medyayla ilişkilere önem verirdi. En ufak bir etkinliğimizde bile devlet kurumlarından, basından önemli kişileri davet ederdi. Vakıfta çok güzel bir sekreterya kurdu. İşlerimiz yoluna girdi. Hatta bir Ankara ziyaretimde, bakanlığa bazı ihtiyaçlarımızı istemek için gitmiştim. Bakanlıktaki müdürlerden biri “ne ihtiyacınız olabilir ki, sizin bakanlar kurulu gibi vakıf yönetim kurulunuz var” demişti.

Pilav günleri bizim için büyük bir aşama olurdu. Feyyaz Bey mutlaka 2-3 bakanı pilav gününe davet ederdi. Böylelikle kısa zamanda kamuoyu oluştu, okulun prestiji yükseldi. Artık Kenan Evren Cumhurbaşkanlığını devredeceği yıllardı… Kenan Evren’i okula çağırmak istedik. Bu daveti yapmamızın en önemli nedeni de Tekel arazisinin okula katılması isteğiydi. Tabii bu arada biz okulun harap bölümleri yavaş yavaş onarmaya başladık. Metin Hoca destek veriyor, restoratörler çalışıyor. Çatıyı da onardık.

Kenan Evren ve çözülemeyen Tekel arazisi meselesi

Sonuçta Feyyaz Bey Cumhurbaşkanı’nın özel kalemiyle görüştü, Cumhurbaşkanı’nı okula davet etti. Kenan Evren de daveti Kabul edip okula geldi. Feyyaz Bey yemekhanenin kapısında Cumhurbaşkanı’nın koluna girdi ve okulu gezdirmeye başladı. Okulla Tekel arazisini ayıran duvara yürüyene kadar Cumhurbaşkanı’na konuyu açmış. Ben de protokol konuşmamda konuyla ilgili isteklerimizi söyledim. Son olarak Kenan Evren konuştu. Bu arada Kenan Evren’le birlikte 10 bakan da okulda... Bu arazi hemen okula verilsin, dedi. 1,5 ay sonra o bahçeye girdik. Halı saha ve voleybol sahası yaptık. Çocukları oraya soktuk.

İçeri girdik ama harabe binaları da ayağa kaldırmak lazım. Toplanıyoruz, herkesten bir fikir geliyor. Ancak bu Kabataşlıların vereceği paralarla olacak iş değil. O dönemde Feyyaz Bey vakıf başkanlığını Cahit Kocaömer’e devretti. Bir öğlen Sakıp Sabancı’nın karakol rıhtımında olduğunu gördüm. Yanına gittim, okulu gezdirdim, fikirlerimizi anlattım. Hoşuna gitti. Feriye Karakolu’nu yaparız, arkadakilere karışmam, dedi. Ama bizim babamızın vasiyeti var, binada amblemimizin olması lazım, dedi. Hemen Cahit Bey’e aktardım konuyu…

Cahit Bey bir kez daha Sakıp Sabancı’yı çağırdı ve bir kez daha okulu iyice gezdik. Bir protokol yaptık ve işe başladık. Ardından dönemin Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol da destek verdi. Arkadaki Feriye resim atölyeleri yapılmaya başlandı. Onarımlar bitti ama bu yapıları nasıl donatacağız, nasıl koruyacağız, nasıl ayakta tutacağız. Müthiş bir para lazım. Bir de bina çok güzel oldu, alırlar bizim elimizden diye çok korkuyorum. Vakfa devretmeyi düşündüm. O dönemde Vakıflar Genel Müdürü ve Hazine Genel Müdürü Kabataşlı. İletişimimiz var. O binaların kullanım hakkını 49 yıllığına vakfa devrettik. Binaların donanımları için Sakıp Sabancı ve Fako Holding’in sahibi Kaya Turgut yardımcı oldu.

Türkiye’de bir ilk: Konferans salonlu, müzeli, sinemalı ve restoranlı bir lise!

Depoların olduğu bölümü konferans salonu ve sinema olarak işlevlendirdik. İlk defa bir okulun bünyesinde bir sinema olacak. O günkü şartlarla çok güzel ve modern bir sinema salonumuz oldu. En sonunda rahatladım. Sinema ve restoran yapılırken, okul da karma oldu. Bu arada süper lise statüsüne geçtik. Ortaöğrenim puanı yüksek olanları okula almaya başladık. Böylelikle 2000 kişilik nüfusumuz azalmaya başladı. Sonra da anadolu lisesine geçiş yapıldı. Benim amacım şuydu: Okulda düzeyli bir restoran var. Ayrıca salonlarda önemli toplantılar yapılıyor. Gelen geçenleri çocuklar görüyor. Çocukları toplantılara da izleyici olarak alıyoruz. Görgüleri, bilgileri artar, dünya görüşleri genişler diye düşündüm. Bunda da başarılı olduğumu düşünüyorum.

Ardından okulda bir müze açtık. Bir resim öğretmenim vardı, Güler Hanım… Vakfın ilk kurulduğu yıllarda okulun depolarını geziyoruz, Güler Hanım tarihi objeler bulup getiriyor. Onları sergileyelim, öğrenciler görsün istedim. Ufak bir salonu düzenledik. Sonra müze fikri gelişti. Bu şekilde “okul müze” projesini gerçekleştirdik. Buna da Metin Sözen ön ayak oldu. Yıldız Üniversitesi’nden Tomur Atagök’ü tavsiye etti. O asistanını görevlendirdi ve bizim “okul müze” fikrini asistanına doktora tezi olarak verdi. İki sene Tomur Hanım’ın asistanıyla çalıştık. Bu da örnek bir proje oldu.

2005 Ocak’ında emekli olacağım. O sıralarda Faruk Nafiz Çamlıbel’in damadı geldi. Kayınpederimin kitaplarını ve evraklarını üniversiteye verdik ama baktık ki bu eserleri değerlendirmemişler. Biz de bu eserleri hocalık yaptığı liseye vermek istiyoruz, dedi. Memnun olurum dedim. Kendisine emekli olacağımı söyledim ve bu benim için en büyük emeklilik hediyesi olur dedim. Metin Bey’i yine aradım, ardından Tomur Hanım’la iletişime geçtik. Okul müdürü odasının karşısındaki odayı Faruk Nafiz Çamlıbel odası olarak düzenledik. Ardından emekli oldum.

Benden sonra başmuavin arkadaşım Meral Hanım’ın Kabataş’a müdür olmasını istiyordum. Ama olmadı. Tek memnuniyet kaynağım kendisinin şu an, mezunu olduğu Galatasaray Lisesi’nde müdürlük yapıyor olmasıdır.

B+ 15. sayı

21 Aralık 2011 Çarşamba

ÜNLÜ ALMAN SANATÇI AUDİ'NİN YENİ YERLEŞTİRMESİ Q3 GALERİ IŞIK'TA

Geçen gün Teşvikiye’de yürürken, Galeri Işık’ta ne sergisi var diye meraklandım. Bir baktım ki bir araba, galerinin tam ortasında duruyor. Kendi kendime dedim ki yine bir sanatçı “yerleştirme” yapmış. Afişi okuyunca tahminimin doğru olduğuna anladım. Sanatçının adı “Audi”. Yerleştirmenin adı da Q3!

Gururlandım tabii… Bir Alman sanatçısının yeni yerleştirmesinin Galeri Işık’ta sergilenmesi, bir İstanbullu olarak bu sergiyi gezme şansımın olması beni farklı duygulara gark etti. Hele hele bu önemli sanatsal etkinliğe İstanbul’un köklü eğitim kurumlarından birinin ev sahipliği yapması ve bu kurumda okuyan öğrencilerin bu sergiyi gezerek sanatsal vizyonlarını geliştirecek olmaları aklıma gelince, duygularım içimden taşacak gibi oldu. Bravo Galeri Işık!

İnanır mısınız, bu fakir kütüğün sahibi olarak, çocuğum olmamasına rağmen kapıdan içeri girip potansiyel çocuğumun kaydını önceden yaptırmak istedim. Çocuğum Işıklı olsun istedim. Neden olmasın? Ön rezervasyona indirim yapan turizm acenteleri misali, doğmamış çocuğumu kayıt ettirirken indirim bile alabilirdim.

Sonra aklımdan bir film şeridi gibi Türkiye eğitim tarihinin önemli olayları geçti. İyi ki köy enstitülerini kapatmışız be kardeşim, dedim. Eğitim tarihimize yaptıkları katkılardan dolayı Allah razı olsun Evren’den Doğramacı’dan, dedim. Gözüm yaşardı. Parasız eğitimi savunan birileri galerinin önünden geçebilir diye düşünerek ağlamadım, dik durdum. Neoliberal politikaları Türkiye’de yeşerten, geliştiren ve bize “para” öncelikli bir hayat bahşeden Özal ve halefleri geçti gözümün önünden. Onlar bile, eğitim kurumlarındaki bu muazzam sanatsal gelişimi öngörmemişlerdir diye düşündüm.

Audi’nin “Q3 Beklentilerinizden Yaratıldı” sergisi, -yetmez ama- 20 Ocak’a kadar açık. Tavsiyem bu serginin kapanış tarihinin ötelenmesi…