28 Şubat 2011 Pazartesi

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 3: ASSOS

Başbakanımız, arkeologların büyük çabalarla geçmişimizi aydınlatmak için ortaya çıkardığı önemli buluntulara "şey" diyedursun... Ben de size "şey"lerin bulunduğu bazı önemli arkeolojik merkezleri tanıtmaya devam edeyim. Unutmayalım ki bu şeyleri yaratanlar da insandı. Gökten gaipten gelmediler. Tek sorunları müslüman olmamaları mı acaba? Ama bunun için onları suçlamak yersiz olur.

Eskiden deniz kenarındaki bir balıkçı barınağı, palamut depoları, gümrük binası ve yamaçtaki küçük köyden oluşan Behramkale nasıl oldu da, bugün Troas Bölgesi’nin en çok ziyaret edilen arkeolojik ve turistik merkezlerinden biri haline dönüştü? Bu dönüşümdeki en önemli katkı, arkeolojik kazıların 1981 yılında başlaması ve kazı ekibinin ısrarlı çalışmaları sonucunda kent çevresinin “kentsel, arkeolojik, doğal sit” olarak koruma altına alınmasıydı. Limandaki taş binaların aslına uygun olarak onarılarak turizme açılmasının ardından, ünlü Yunan düşünürü Aristoteles’in üç yıl kalarak hocalık yaptığı Assos, Çanakkale’nin en çok ziyaretçi ağırlayan antik kentlerinden biri oldu.

Texier, Clark ve Bacon

Aslında kent hakkında araştırmalar 1981 yılından çok eskilere dayanıyor. Geçmişi 18. yüzyıla kadar uzanan araştırmaların getirdikleriyle götürdükleri halen uzmanların tartıştığı bir konu olarak gündemdeki yerini koruyor. Charles Texier’nin 1849 yılında yazdığı, Anadolu’yu tanıtan üç ciltlik kitap, Assos’taki Athena Tapınağı’nın arşitrav parçalarını Louvre Müzesi’ne götürülmesiyle ödüllendiriliyor. Ödülle ilgili emir bizzat dönemin padişahı II. Mahmut tarafından veriliyor. Bir diğer örnek de, 1881’de Osmanlı’dan izin alarak Assos’ta kazılara başlayan Clarke ve Bacon isimli araştırmacıların buldukları parçaların yarısını Boston Müzesi’ne taşımalarıyla karşımıza çıkıyor. Dört yıl süren bu kazı kampanyası Amerikalıların Anadolu topraklarında yaptığı ilk çalışma olarak biliniyor.

İlk Tunç Çağı’ndan günümüze…

2005 yılından aramızdan ayrılan, Assos kazılarının başkanlığını 25 yıl yürüten Ümit Serdaroğlu yaptığı yayınlarda, kentteki uygarlık izlerinin İlk Tunç Çağı’ndan (yaklaşık 5-6 bin yıl önce) günümüze kadar kesintisiz olarak devam ettiğini bildiriyor. Kent, M.Ö. 7 yüzyılda Trakya kökenli Mysialılar ve sonrasında Aioller tarafından kullanılıyor. M.Ö. 560’da Lydialılar, M.Ö. 546’da ise Perslerin egemenliğine geçiyor.

M.Ö. 4 yüzyılın koltuk kavgaları

M.Ö. 387’de Anadolu’da Pers egemenliği sürerken, banker Eubolos kendini Assos ve Atarneas’ın hükümdarı ilan ediyor. Bu durum günümüzde de çok sık karşılaştığımız koltuk kavgalarına taş çıkartan bir olaylar silsilesiyle sonuçlanıyor. Eubolos, hizmetkârı Hermeias tarafından öldürülüyor. Hermeias, Platon ve Aristotales’in öğrencisi. Hükümdarlığı sırasında Aristotales’i ders vermesi için kentine davet ediyor. Bununla da kalmayıp kuzeniyle evlendiriyor. Evlilik çok uzun sürmese de, mantığın kurucusu olarak kabul edilen, bilim ve düşünce tarihini etkilemiş en önemli düşünür Aristotales üç yıl boyunca kentte ders veriyor.

Hermeias’ın sonunu M.Ö. 345 yılında, Perslerle birlik olan Rodoslu Memnon hazırlıyor. Memnon, Hermeias’ı kentine davet edip, onu Persler’e teslim etmekle kalmıyor. Hermeias’ın ağzından yazdığı bir mektupla, “Persler’in egemenliğini tanımaları gerektiğini ve yerini Pers Kralı Antaxerxes’e bıraktığını” Assos’la hareket eden tüm kentlere yolluyor. Kentler savaş olmadan Persler’in eline geçiyor. M.Ö. 334 yılında Büyük İskender’in Persler’i yenmesiyle bölgedeki Pers etkisi bitiyor. Galyalılar ve Bergama Krallığı’nın kısa sürelerle egemenliğine giren kent en zengin günlerini Roma Dönemi’nde yaşıyor. Romalılardan sonra sırasıyla Bizanslılar, Haçlılar ve Osmanlılar Assos kentinin muhteşem günbatımını seyretme şansını yakalıyorlar.

Kentin koruyucusu Athena

Kenti gezenlere veya burada kazı yapanlara, kentin en güzel yapısı hangisidir diye sorarsanız, cevap hiç kuşkusuz, şu an neredeyse tamamına yakını tahrip olmuş, parçaları yurtdışındaki müzelere dağılmış Athena Tapınağı olur. M.Ö. 530 yılında kentin en yüksek noktasında yapılan tapınak, kentin koruyucusu Athena’ya adanmıştır. Kentin simgesi olan, denizden ve karadan çok iyi algılanan tapınağın yeri, Assos’u gezmeye gelenlere -özellikle günbatımını tercih edenlere- bu noktanın kutsal bir alan olduğunu hissettiriyor. Tapınağın bir başka ilginç özelliği ise, Anadolu’daki Arkaik Dönem Dor düzeninde yapılmış tek tapınak olmasından geliyor.

Assos’ta kazılar Çanakkale 18 Mart Üniversitesi arkeologlarının yönetiminde devam ediyor. M.Ö. 4 yüzyılda yapılmış döneminin en iyi korunmuş surları, M.Ö. 2. yüzyılda yapılmış Aristotales’in ders verdiği gymnasion’u, Serdaroğlu başkanlığındaki kazılar sırasında gün ışığına çıkarılan M.Ö. 3 yüzyıla tarihlenen tiyatrosu, nekropolü, meclis binası ve kentin kalbi konumundaki agorası, hâlâ kenti gezme şansını bulamayanları bekliyor.

Assos Klasik Dönem sonrası yapılarıyla da tanınıyor. Aziz Paul ve Aziz Lukas’ın ziyaretleri sonucunda Batı Anadolu’da Hıristiyanlığı ilk kabul eden kentlerden biri olarak bilinen Assos’un M.Ö. 4 yüzyıla ait kilisesi mutlaka gezilmesi gereken bir Erken Hıristiyanlık Dönemi yapısı. Bir diğer önemli yapı da 14. yüzyılda I. Murat’ın (Murat Hüdavendigâr) devşirme malzemeyle yaptırdığı cami.

Kentte Aristoteles’in mirası yaşatılmaya devam ediyor. Yılda iki kez “Assos’ta Felsefe” başlığı altında düzenlenen felsefe günleri, uzmanlar ve felsefe severlerin katkılarıyla farklı konuları tartışmaya açıyor. Assos’u taze bir bilgiyle terk ediyoruz. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi arkeologları, Anadolu’da ilk arkeolojik araştırmalarına Assos’ta başlayan Amerikan Arkeoloji Enstitüsü’nün desteğiyle, kentin en önemli yapısı olan Athena Tapınağı’nın aslına sadık kalarak yeniden yapılması (rökonstrüksiyon) için proje geliştiriyor.

25 Şubat 2011 Cuma

FATİH EĞRİ! İNSANLIK ANITIYLA DOĞRULTALIM

20 Ağustos 2009 tarihinde Habervesaire’de “Fatih’in Yahya Kemal’e Takdimi” başlığıyla bir haber yayımladık. Devlet büyüklerimizin herhangi bir plan ve programa bağlı olmadan, rastgele her yere Türk büyüklerinin heykellerini yerleştirme isteği sonucunda Yıldız’daki Yahya Kemal Parkı’na dikilen Fatih Sultan Mehmet heykelini eleştirdik.

Eleştirilerimi üç ana maddede topladım. Haberin tamamı için tıklayınız: http://www.habervesaire.com/haber/1547/

  1. Fatih heykelin yerleştirildiği parkın adı “Yahya Kemal Parkı”. Fatih’e 50 metre mesafede bastonu kırık bir Yahya Kemal heykeli var. Parkın girişindeki Yahya Kemal Parkı tabelasının harfleri eksik. Kısacası park peyzaj açısından bakıldığında yüz üstünden yüz alır, ancak Yahya Kemal’e saygı sıfır.
  2. Parktan sorumlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bu heykelin neden buraya konduğunu sorduğumuzda ise cevap oldukça şaşırtıcıydı. Bir kere belediye heykeli hangi parka koyduğunu bile bilmiyordu. Belediye Fatih Heykeli’ni tarihi bir park olan Yıldız’ı gezmeye gelen turistlere Fatihi tanıtmak için koyduğunu, yazılı olarak bildirdi. Büyükşehir Belediyesi Yıldız ve Yahya Kemal parklarını karıştırmıştı. Daha da vahimi heykelin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından İstanbul’un fethinin 556. yılı anısına yaptırılmış olduğu bilgisi de yoktu. Halbuki heykelin açılışına Kadir Topbaş da katılmıştı.
  3. Son eleştiri ise heykeli sipariş edenlere ve heykeltıraşa yönelikti. Şöyle demiştim: “Ne zaman Fatih’i sadece İstanbul’u fetheden büyük padişah olarak resmetmeyi, heykellerini dikmeyi bırakacağız? Neden belediye Fatih’in kitaplara olan düşkünlüğünü ve tarihe, bilime ve resme sevgisini tanıtmaz? Neden askeriye onun mitolojiye olan ilgisini, Troia Savaşları’nın geçtiği bölgeyi ziyaretini heykelleştirmez? Herhalde bu, tarihe tek yönlü bakışımızdan kaynaklanıyor.”

Bütün bu eleştirilerime tabii ki cevap alamadım. Aradan bir buçuk yıl geçti ama Yahya Kemal heykeli onarılmadı. Tabelanın eksik harfleri yerine konmadı. Ancak park gazetelere haber olmayı sürdürüyor. “Muhteşem Eğri” başlığıyla 31 Ocak 2011’de Habertürk Gazetesi’nde çıkan habere göre Fatih Heykeli kaidesiyle birlikte gün geçtikçe eğriliyor. http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/596671-muhtesem-egri

Habertürk Gazetesi’ni arayan bir vatandaş “bu ayıba neden kimse müdahale etmez” diye şikâyette bulunmuş. Anlaşılan kaideyi yapanlar kaidenin oturduğu zemini sağlamlaştırmamışlar. Doğrultmak için yeni bir çalışma; çimento, demir ve işgücü gerekiyor.

Sorumlu gazetecilik, daha da önemlisi sorumlu bir vatandaşlık anlayışımdan dolayı olaya müdahale etmek istiyorum. Ayrıca bir “zihni sinir” projesiyle çözüm önerisi de getiriyorum. Haberin yayımlandığı günden bir gün sonra, 1 Şubat 2011’de ülkemizin doğusunda bulunan bir kentin belediye meclisi kentlerindeki bir heykelin yıkılması gündemiyle toplandı. 4’e karşı 19 oyla “ucubenin” yıkılması yönünde karar çıktı. Uzmanlar ve anıtı tasarlayan heykeltıraş Mehmet Aksoy bu heykelin başka bir yere taşınmasının mümkün olmadığını belirtiyor. Sanatçı 12 Ocak 2011’de yaptığı basın toplantısında şöyle diyor: “Öyle kepçeyle, dozerle yıkılacak birşey değil. Normal betondan 3 misli daha dayanıklı, akışkan beton içinde çelik borular ve güçlü bir demir konstrüksiyon var” (DHA, 12.01.2011). Geriye Taliban’ın Mart 2001’de Bamiyan’daki Budha heykellerini yok ederken kullandığı yöntem kalıyor: Heykeli dinamitlemek!

Bu durumda büyük bir beton ve demir yığını ortaya çıkacak. Açıkçası, Kars’a fazla gelen heykelin molozuna İstanbul’un ihtiyacı var. Ey devlet büyükleri bu güzel proje için bir araya geliniz. Hep birlikte İnsanlık Anıtı’yla Fatih Heykeli’ni doğrultalım.

23 Şubat 2011 Çarşamba

URFA'NIN ORTASI ÇARŞI

Ne mutlu ki şimdilik Urfa'da AVM yok! Alışveriş yapmak için Urfa'nın merkezindeki çarşıda yürümek gerekiyor. Pazarlık edebilir, esnafın ikram ettiği çayı yudumlayabilir, Gümrük Han'da yorgunluk mırrası içebilirsiniz. E daha ne duruyorsunuz?


Bakırcılar Çarşısı


Osmanlı çarşıları arasında mimari özgünlüğünü ve geleneksel üretim tekniklerini korumayı başarmış az sayıdaki çarşıdan biri de Şanlıurfa çarşısıdır. Bu büyük alışveriş kompleksi, 16. yüzyıla tarihlenen birbirine bitişik olarak yapılmış Gümrük Hanı ve Bedesten çevresinde şekilleniyor. Bugün bu bölgeyi gezecek olursanız attığınız her adımda kendinizi başka bir çarşının içinde bulursunuz. Sipahi Pazarı, İsotçu Pazarı, Kazancı Pazarı, Kınacı Pazarı, Pamukçu Pazarı, Attar Pazarı, Keçeci Pazarı, Bakırcılar Çarşısı kısa bir yürüyüşle ulaşabileceğiniz çarşıların sadece küçük bir bölümü…



Çarşının vazgeçilmezi: Kebap


Bedesten

Kanuni Sultan Süleyman’ın Urfa Sancak Beyi Behram Paşa tarafından yapılan Gümrük Hanı’nın avlusunda bugün kahvehaneler bulunuyor. Çarşı esnafı ve alışverişe gelen Urfalılar, Halil-ür Rahman’dan avluya gelen suyun etrafında çay ve mırralarını içiyor. Hanın üst katının günümüzde terziler kullanıyor. Gümrük Hanı’nın güneyinden Kazzaz Pazarı olarak da bilinen Bedesten’e geçiliyor. Uzun yıllar ipek işleyen esnafın dükkânlarının bulunduğu çarşıda günümüzde yöresel ürünler satılıyor. Sadece birkaç dükkânda kazzazlara rastlanabiliyor.





Bakırcılar Çarşısı'nı bulmak için çekiç seslerine kulak vermek gerekiyor.




19. yüzyıla tarihlenen Bakırcılar Çarşısı’ndaki bakırcı esnafı günün her saatinde müşterilerini çekiç sesleriyle karşılıyor. Çarşının merkezindeki bir diğer önemli yapı Sipahi Pazarı adıyla biliniyor. Halıcılar Çarşısı olarak hizmet veren mekân, unutulmuş Osmanlı çarşı geleneklerinden birini yaşatmaya devam ediyor: Esnaf her sabah dükkânlarını duayla açıyor.





Gümrük Han'da tütün keyfi.

14 Şubat 2011 Pazartesi

MİMAR SİNAN'DAN SAN FRANCISCO'YA ARMAĞAN

Birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki iki kent San Francisco ve Büyükçekmece'nin simgeleri ortak... Büyükçekmece Köprüsü 16. yüzyılda inşa edildi, Golden Gate ise 20. yüzyılda... İki köprüyü bir yazıda geçirmemin nedeni dört yüzyıl farkla ikisinin de aynı teknikle inşa edilmeleri... Haydi buyrun buradan okuyun!





1937 yılında San Francisco Körfezi’nin girişine yapılan Golden Gate Köprüsü bitirildiğinde, birçok konuda dünyada parmakla gösterilen projelerden biri oldu. Bunlardan bir tanesi de sualtında kapladığı temel alanı en geniş yapı olmasıydı. Asma köprünün iki ayağı da denizin içindeydi. Bu ayakları inşa etmek için inanılmaz bir akıntıya sahip körfeze içi boş silindirik bir adacık yerleştirdiler. Sonra bu silindirlerin içindeki deniz suyunu boşaltarak beton enjekte ettiler ve köprüyü bu sağlam temeller üstünde yükselttiler. Bu teknik, yüzyıllar öncesinde de denenen fakat hiç bu kadar devasa boyutta uygulanmayan bir teknikti.

Bu tekniğin en güzel uygulamalarından birini, Golden Gate Köprüsü’nden yaklaşık dört yüzyıl önce yapılan, İstanbul’a 35 kilometre uzaklıktaki Büyükçekmece Köprüsü’nde görmek mümkün. Büyükçekmece Gölü’nün Marmara Denizi’yle kavuştuğu ağızda Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı, Osmanlı Dönemi’nin en görkemli köprüsü, göl üstündeki üç yapay adacığa oturan dört köprüden oluşuyor. Bu özelliğinden dolayı “Dört Kardeşler Köprüsü” ismiyle de tanınıyor.



Kanuni ve Sinan

Aslında köprü askeri amaçlarla yapılıyor. Osmanlı Ordusu, Kanuni Sultan Süleyman’ın önderliğinde Balkan Seferi’ne çıkarken Büyükçekmece’de mola veriyor ve daha önceden burada yapılmış olan köprünün yıkılmış olduğunu görüyor. Kanuni, Mimar Sinan’ı çağırarak bu konudaki fikrini soruyor. Sinan, köprünün yer seçiminin yanlış yapılarak, akıntının en yoğun olduğu yere inşa edildiğini, dolayısıyla yıkıldığını anlatıyor Kanuni’ye.

Bunun üzerine doğru yere, sağlam bir köprü yapılması için emir veriliyor. Bu sırada ordu, Zigetvar’a doğru yola çıkıyor. Kanuni’nin ölüm haberi geliyor. Köprü inşaatına, Kanuni’nin oğlu II. Selim tarafından devam ettiriliyor. Büyükçekmece Köprüsü iki yıl iki ay yirmi iki günde bitiriliyor. Akıntıdan etkilenmemesi için gölün içine çok sağlam temeller atılıyor, su seviyesine büyük selyaranlar inşa ediliyor. Köprünün yapımı için 109 yük ve 23.852 akçe harcanıyor.

Mimar Sinan, köprüyü en çok sevdiğim eserlerimden biri diye tanımlıyor ve gökyüzündeki samanyoluna benzetiyor. İlginç bir bilgi, Mimar Sinan’ın yüzlerce eseri arasında ismini kitabesine yazdırdığı tek eser Büyükçekmece Köprüsü.


10 Şubat 2011 Perşembe

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 2: KYZİKOS

Kapıdağ Yarımadası’nın karayla buluştuğu, Balıkesir’in Erdek ilçesindeki Kyzikos antik kenti, tarih boyunca uygarlıkların önemle üstünde durdukları, kaybetmek istemedikleri bir kent oldu. Ege kentleriyle, Karadeniz kentleri arasında yapılan deniz ticaretindeki stratejik konumu ve Hytos, Pnormos ve Thrakikos isimli üç doğal limanı kente verilen önemin nedeni olarak kabul ediliyor. Coğrafyacı Strabon, Kyzikos limanlarının iki yüzden fazla gemiye aynı anda hizmet verdiğini belirtiyor.

Perslerin limanı

Kentte ilk arkeolojik araştırmaları yapan Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal, M.Ö. 8.yüzyıldan itibaren Kyzikos’un iskân edildiğini belirtiyor. M.Ö. 7. yüzyılda Miletli kolonistlerin kentte etkin oldukları biliniyor. M.Ö. 6. yüzyılda kent Pers egemenliğine giriyor. Persler Anadolu’daki dört yönetim merkezinden birini Daskyleion olarak belirleyince, Kyzikos’un önemi bir kat daha artıyor; denize kıyısı olmayan Daskyleion’a en yakın liman kenti olan Kyzikos’un yıldızı parlıyor. Persler kente duydukları güveni, sikke basma izni vererek bir kez daha gösteriyorlar.

M.Ö. 478’de Kyzikos, Attika Delos Deniz Birliği’ne katılıyor ve yaklaşık bir yüzyıl boyunca birliğin içinde kalıyor. M.Ö. 4. yüzyılın sonunda yeniden Pers egemenliğine giriyor. M.Ö. 364’de Kyzikoslular Pers yönetim merkezi Daskyleion’a karşı isyan çıkartarak bağımsızlığını ilan ediyor. Büyük İskender’in Anadolu yürüyüşü M.Ö. 334’de Kyzikos’u bağımsızlığını pekiştiriyor. Bergama Kralı I. Attalos’un, Kyzikoslu Apollonis’le evlenmesi Bergama Krallığı’nın kent üstündeki etkisini arttırıyor.

10 Kasım 117 ve Hadrianus’un desteği

Pontus Kralı Mithridates’in M.Ö. 75’te, Kyzikos Roma egemenliğindeyken kenti kuşatması ve Kyzikosluların Mithridates’e gösterdiği direnç, Roma İmparatorluğu tarafından ödüllendiriliyor; Kyzikos özgürlük statüsü alıyor. M.S. 117 yılı kentin parlak tarihine gölge düşürüyor. Kent büyük bir depremle yerle bir oluyor. Roma İmparatoru Hadrianus’un yardımıyla yaralarını sarıyor. Bu yardımın anısına yeniden inşa edilen Zeus Tapınağı, Hadrianus’a adanıyor. Düşünür Aristeides M.S. 167 yılında Hadrianus Tapınağı’nın açılışı sırasında Kyzikoslulara tapınağın simgesel değerini açıklayan bir konuşma yapıyor:

“Evvelce gemiciler dağların şekillerine bakarak adaları birbirinden ayırıyorlardı. Şimdi tapınağınız dağların yerine geçti. Şehriniz fenerlere ve işaret bayraklarına gerek kalmadan gemicilere yol gösteren tek şehirdir”

Büyük Depremler

Tapınağıyla gemicilere yol gösteren kent, Diocletianus’un Asya eyaletlerini yeniden düzenlemesiyle, otuz üç kenti içine alan Hellespontos Eyaleti’nin merkezi oluyor. Kyzikos, 5., 6., 8. ve 11. yüzyıllarda geçirdiği depremlerle büyük yaralar alıyor; kent yeniden ayağa kaldırılamıyor. Bizans İmparatorluğu’nun 11. yüzyılda Marmara Adası’ndaki mermer ocaklarının işletmesine ekonomik nedenlerle son vermesinden sonra, İstanbul’daki imar etkinliklerinde Kyzikos’taki yıkık yapılardan alınan mermer parçaları da kullanılıyor.

Erzurum Atatürk Üniversitesi arkeologları bu önemli liman kentindeki kazı çalışmalarını yürütüyor. 2006 yılında yeniden başlayan kazılar, Hadrianus Tapınağı ve aynı zamanda tersane olarak da kullanıldığı düşünülen Thrakikos Limanı’nda sürdürülüyor. Büyük depremler, zamanın ve insanların acımasız tahribatı Kyzikos’un çok küçük bir bölümünü gezilebilir kılıyor. Bu durumun kazı kampanyaları devam ettikçe düzeleceğini; agora, meclis binası, tiyatro, surlar, su kemerleri, limanlar ve tapınağın bir kent bütünlüğü içinde gezilebileceğini ümit ediyoruz.

Unutulmaması gereken önemli bir bilgi, kentin gösterişli buluntularının İstanbul Arkeoloji, Bandırma Arkeoloji ve Erdek Açıkhava müzelerini süslüyor olması.

7 Şubat 2011 Pazartesi

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 1: ALEXANDRIA TROAS

Kitabı yapılacak diye başlayıp sonlandıramadığımız pek çok projeden biri olan Marmara'daki arkeolojik merkezler hakkında yazdığım metinleri sizlerle paylaşıyorum. Güneye doğru giderken sarı tabelayı görüp belki kısa bir mola vermek istersiniz.

Kentler de insanlar gibi nefes alıp verirler. Doğar, gelişir, zenginleşirler. Kentlerin insanlardan ayıracağımız tek farkı belki de sonlarıdır. İstanbul gibi bazı dünya kentleri ölümsüzdürler. Bazı kentler, ölümsüzlere yol açmak için kaderlerine küsüp kendilerini feda ederler. “Eski İstanbul” ismiyle de tanınan Alexandria Troas da bunlardan biri. Çanakkale’nin Ezine İlçesi’nde, Bozcaada vapurlarının kalktığı Geyikli İskelesi’nin 3 kilometre güneyindeki kentin, Sezar ve Konstantinus dönemlerinde Roma İmparatorluğu’nun başkenti olması düşünülmüş ama Alexandria Troas bu büyük onuru İstanbul’a kaptırmış.

Antigoneia’dan Alexandria Troas’a

Kent, Antigonos Monopthalmos (Tek Gözlü Antigonos) tarafından M.Ö. 310 yılında kuruluyor. Antigonos, Büyük İskender’in komutanlarından biri. İskender’in ölümünün ardından, M.Ö. 301 yılına kadar bölgeye egemen oluyor. Alexandria Troas’ta, Antigonos’la başlayıp Lysimakhos devam eden süreci anlamak için Büyük İskender’in ölümü sonrasında dünyadaki gelişmelere göz atmakta fayda var.

M.Ö. 323’te Büyük İskender’in Babil’deki ölümü, Helenistik dünyada birçok değişikliği de beraberinde getiriyor. İskender’in yönettiği büyük coğrafyayı komutanları paylaşıyor. Antigonos önderliğindeki Alexandria Troas bölgenin tek egemen kenti oluyor. Çevredeki Gargara, Hamaxitos, Kebren, Kolonai, Larisa, Neandria ve Skepsis kentleri Alexandria Troas’a hizmet etmeye başlıyorlar. Kentin önemi o kadar artıyor ki yukarıda saydığımız küçük ölçekli kentler boşaltılarak, yaşayanları Alexandria Troas’a göç ettiriliyor. Antigonos’un Helenizmi yaymayı amaçlayan zorunlu göç politikasına “synoikismos” veya “synoikisis” deniyor.

Ptolemaios, Seleukos, Antigonos ve Lysimakhos’un önderlik ettikleri hanedanlar çok geçmeden birbirleriyle savaşa giriyorlar. İşte bu savaşlar Alexandria Troas’ın da kaderini etkiliyor. Kuruluşundan tam dokuz yıl sonra tek gözlü Antigonos’un orduları, bugün Afyon Konya yolu üstünde kalan İpsos’ta, Lysimakhos ve Seleukos’un ordularına yeniliyor. Antigonos ölüyor. Kent, Lysimakhos’un egemenliğine giriyor. Antigoneia ismi bu tarihte Alexandria Troas’a dönüşüyor. Aslında kent isim mi değiştiriyor yoksa yeniden mi kuruluyor bu konu çok açık değil. Münster Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Bölümü Asia Minor Projesi arkeologları kentte yaptıkları arkeolojik çalışmalarla bu sorunun da cevabını bulmak istiyorlar.

Sezar’ın vasiyeti mi?

Sezar’ın burayı Roma’nın başkenti yapmak istemesinden midir, bilinmez. Sezar’ın yeğeni aynı zamanda evlatlığı ve mirasçısı Augustus’un imparatorluğu zamanında (M.Ö. 27 - M.Ö. 14) kent yeniden canlanmaya başlıyor. Helenistik kalıntıların üstüne tapınak bu dönemde inşa ediliyor. M.S. 52’de, Aziz Paulus, Hıristiyanlığı yaymak amacıyla Anadolu’dan Avrupa’ya bu kentin limanından geçmeye karar veriyor. Bu tarihi olay, günümüzde “inanç turizmi” adıyla yapılan turistik etkinliklerin rotasına Alexandria Troas’ın da eklenmesini sağlıyor.

Kentin esas silkinişi, İmparator Hadrianus (117-128) zamanına denk geliyor. Hadrianus, adını kente yaptırdığı devasa yapılarla damgasını vuruyor. Atinalı zengin Herodes Atticus’un katkılarıyla Kaz Dağları’ndan kente su getirilmesi için yapılan su kemerleri ve termal suların kullanıldığı hamam, Alexandria Troas’ı antik kentler arasında su mimarisiyle öne çıkan bir konuma getiriyor. 135 yılında inşa edilen, 84 metreye 123 metre büyüklüğündeki hamam, döneminin en büyüklerinden biri payesini alarak Roma İmparatorluk Dönemi “en”leri listesindeki yerini alıyor.

Hadrianus’un olimpiyat fermanı

Kazılar sırasında İmparator Hadrianus tarafından olimpiyat oyunları için yazdırılmış kuralların yer aldığı kitabeler de bulunuyor. Kazı ekibinin tercüme ettiği metinler, olimpiyat oyunlarına katılan oyuncular, halk ve yöneticilerin dikkat etmesi gereken kuralların özetini oluşturuyor. Kurallardan en ilgi çekenleri şöyle: “Olimpiyat için ayrılan bütçe sadece olimpiyat oyunları için harcanacak. Yarışmaları kazanan sporcuya zafer çelengiyle birlikte para ödülü hemen verilecek. Disiplini bozan sporcular -sakatlanmamalarına dikkat edilerek- kırbaçlanacak.”

Hadrianus dönemine ait bu önemli kitabeler ve tercümeleri, bilimsel çalışmalar tamamlandıktan sonra Çanakkale Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmeye başlayacak.

Kentin adı artık eski İstanbul

Hadrianus’tan sonra kent önemini yavaş yavaş yitirmeye başlıyor. Konstantinus’un buraya başkent olarak düşünüp daha sonra tercihini İstanbul’dan yana kullanması, kentin iyiden iyiye unutulmasını sağlıyor. İstanbul’a yakınlığından dolayı kentteki yapılar tahrip ediliyor. Bu yapılardan çıkarılan mimari parçalar devşirilerek, yeni başkentteki imar faaliyetlerinde değerlendiriliyor. Bu tahribat 17. yüzyıla kadar sürüyor. Yazılı kaynaklardan Eminönü’ndeki Yeni Camii’nin yapımında Alexandria Troas’tan gelen parçaların kullanıldığını öğreniyoruz. Tüm bu tahribatlara rağmen Ege Denizi’nden liman ve kent 19. yüzyılın başında bile heybetli bir şekilde gözüküyor. Hatta bu dönemde Troia’yı bulmak için bölgeye gelen gezgin ve araştırmacıların birçoğu Alexandria Troas’ı, Homeros’un İlyada’sında adı geçen Troia zannediyorlar.

Arkeologların sabırlı çalışmaları sayesinde her geçen gün önemli buluntuların ortaya çıkarıldığı kentteki, 8 kilometre uzunluğundaki surlar, Neandria Kapısı olarak da adlandırılan Doğu Kapısı, hamam, tiyatro, saray, tapınak görmeniz gereken yapılardan. Su altında kalmasına rağmen Alexandria Troas’ın limanı da çıplak gözle izlenebiliyor. Su altı arkeologlarının yaptıkları yüzey araştırmalarına göre kentin birbirine bağlı bir dış bir de iç limanı bulunuyor. Dış limanın dalgakıranlarla korunan iki girişi var. Bunun temel nedeni rüzgârla yol alan yelkenli gemilerin, hâkim rüzgâr yönlerine göre planlanmış farklı girişlerden kolaylıkla limana girebilmeleri. Dış limana güvenle giren yelkenliler buradan demirleyecekleri iç limana geçiyorlar.

Alexandria Troas’ın Ege Denizi ve Çanakkale Boğazı girişindeki stratejik konumu, bölgedeki tuz, kereste ticaretini kolaylaştıran korunaklı yapay limanı, kenti İstanbul kurulana kadar kuzeybatı Anadolu’nun en önemli merkezi konumuna getirdi. Düşünün ki kent şansını iyi kullanabilseydi belki de bugün İstanbul olmayacaktı. Varsayımları bir kenara bırakıp gerçeklere dönelim: Alexandria Troas İstanbul’a arabayla sadece 5-6 saat uzaklıkta. İzmir’den kente ulaşmak daha da kolay... Arkeologların katkılarıyla yeniden nefes almaya başlayan kent sizleri bekliyor!

5 Şubat 2011 Cumartesi

İSTANBULLU WOLFGANG MULLER-WIENER

Dostları onun soyadını değiştirdi: Wolfgang Müller -“Istanbuler”

İnsan doğduğu yere mi yoksa karnının doyduğu yere mi daha fazla bağlıdır? Bu, aile köklerinin neredeyse tamamı bu kentin dışında olan milyonlarca İstanbullunun aklına gelmeyen bir soru. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de 2003 yılında “doğduğum yer değil doyduğum yerdir memleketim” sloganıyla başlayan kampanyasıyla bu soruyu gündeme taşımıştı. Aslında İstanbul sevgisi, sadece güzel sloganlı reklam kampanyaları yaparak oluşturulamaz. Kişinin kendisini İstanbullu hissetmesi ve yaşadığı kenti sevmesi, o kenti bilmesi, merak etmesi ve öğrenmek istemesiyle doğru orantılı. Konuya bu bağlamda bakacak olursak, 17 Mayıs 1923’te Almanya’nın Thüringen bölgesine bağlı küçük bir kasabada doğan Wolfgang Müller-Wiener’in gerçek bir İstanbullu olduğunu söyleyebiliriz.

Mimar ve Sanat Tarihçisi Wolfgang Müller-Wiener’in İstanbul sevgisi, kenti ilk kez gördüğü 1952 yılında başlar. Elfriede Müller-Wiener bu karşılaşmayı şöyle anlatıyor: “…bu kent onu daha ilk andan itibaren, genç bir mimari araştırmacı olarak 1952 sonbaharında Suriye’deki kazılardan dönüş yolculuğu sırasında ilk kez gördüğü zamandan itibaren büyülemişti. Bu büyüleyici etki sadece büyük bir tarihin anıtlarından, büyük mimari eserlerden kaynaklanmıyordu; kentin deniz kenarındaki konumu, kıyı boyunca renkli yaşam ve koşuşturmaca ve kentin çehresine damgasını vuran canlı gemi trafiği de onu büyülüyordu…” İstanbul tutkusu, 1954’te tezini bitirip doktor unvanını aldıktan hemen sonra onu tekrar bu kente getirdi. 1954 - 1962 yılları arasında, şehri tanıma turlarına ve İstanbul hakkında en kapsamlı kitabı kabul edilen, 1977 yılında Almanya’da yayınlanan “İstanbul’un Tarihsel Topografyası”nın ilk araştırmalarına başladı.

“…O zamanlar tüm İstanbul’u sistematik bir biçimde gezdim, planlar hazırladım, bu planlara mezar taşında çeşmelere değin tüm tarihsel anıtları işledim… Bu çalışmayı antik kaynaklarla destekleyerek geliştirdim ve böylece İstanbul ile ilgilenen herkes için bir el kitabı hazırlamış oldum…” Arkeoloji ve Sanat Dergisi’nde 1982 yılında yayınlanan söyleşisinde de söz ettiği gibi Müller-Wiener “İstanbul’un Tarihsel Topografyası” isimli kitabında kentin İ.Ö. 7. yüzyıldan 17. yüzyılın başına kadar geçirdiği tüm evreleri yapı ölçeğinde tanıttı. Bu çalışma, yayınlandığı tarihten bu yana, uzmanlar, üniversite öğrencileri ve İstanbul severlerin kaynak kitabı olma özelliğini sürdürüyor. Kitabın ekinde verilen “Suriçi İstanbul, Galata ve Pera Tarihi Anıtlarını Gösteren Plan” üzerinden 31 yıl geçmesine rağmen İstanbul’un en kapsamlı kültürel miras haritası olarak kullanılıyor.

Bir mimarlık tarihçisi olarak Müller-Wiener’in mimari bir yapıya bakış açısı sadece o yapının yapıldığı tarihle ilgili olmadı. O, yapım sürecine kaynaklık eden geçmişle daha çok ilgilendi. Bunun yansımalarını Darmstad Yüksek Teknik Okulu Mimarlık Tarihi Kürsüsü’nde başlattığı kent seminerlerinde, 1976-1988 yılları arasında birinci müdürlüğünü yürüttüğü İstanbul’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün araştırmalarında, başkanlığını yürüttüğü Milet ve Priene kazılarında, İstanbul Üniversitesi’nde on yıl boyunca sürdürdüğü “Antik Dönem Mimarlığı” derslerinde ve Zeyrek’te başlayıp tüm İstanbul’a yayılan ahşap evlerin envanteri çalışmasında da görebiliyoruz. Tüm araştırmalarında ve üniversitedeki derslerinde işlediği konunun gelişimini bir bütün olarak ele almayı tercih etti. Mimarlık ve sanat tarihi disiplinini geçmişte üretilmiş bir şeyin tanıtılması olarak değil modern mimarlığın ve hayatın kaynağı olarak gördü.

Yakın çalışma arkadaşlarına sürekli “iş çok, vakit yok, para yok” derdi. İstanbul limanlarıyla ilgili kapsamlı araştırmasını yayınlamaya ömrü yetmedi. Onun ardından “İstanbul Limanı” ismiyle yayınlanan kitabın önsözüne Elfriede Müller-Wiener şu notu düştü: “…onu böylesine ansızın yakalamış olan bu ölüm, bir bakıma hayatının bu eserde tamamlanmasıydı. Bu eseri tamamlamayı son ve büyük bir çabayla başarmış, hayatı boyunca onu büyüleyen şeyleri bir araya getirmeye çalışmıştı…” Hayatı da 25 Mart 1991’de işte bu büyülendiği limanda sonlandı.

En başa dönersek, doğduğumuz kent mi, yoksa doyduğumuz kent mi memleketimiz? Wolfgang Müller-Wiener adına bu sorunun cevabını, uzun yıllar onunla birlikte çalışan meslektaşları veriyor: Onun soy isminde Viyanalı anlamına gelen “Wiener”i, “Istanbuler” (İstanbullu) diye telaffuz ediyorlar.

İstanbul Ansiklopedisi, NTV Yayınları.