12 Ekim 2023 Perşembe

Beşiktaş'ın kültürel ve tarihsel kaynakları

Boğaziçi’ne dökülen derelerin arasındaki konumu, binlerce yıldır insan topluluklarının Beşiktaş’ı tercih etmelerinin en önemli nedenlerinden birini oluşturuyor. 2016 başında Beşiktaş meydanındaki metro inşaatı sırasında fark edilen arkeolojik katmanların kazısı hâlâ devam ediyor. Bir dönem tramvay deposu, sonra semt pazarı, ardından kent meydanı olarak kullanılan alanda yapılan kazılar sayesinde bu alanın günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce bir mezarlık olarak kullanıldığını anlıyoruz. Bugüne kadar yetmişe yakın mezar yapısı bulundu ve İstanbul Arkeoloji Müzesi yönetimindeki bilimsel bir ekip tarafından buluntuların incelenmesine devam ediliyor. Bilimsel yöntemlerle kaldırılan mezarların metro kazısı bittikten sonra istasyona bir müze mantığı çerçevesinde yerleştirilmesi için çalışmalar yapılıyor. Maalesef o döneme ait günümüze ulaşan tek veri ölü gömme gelenekleriyle ilgili… 5000 yıl önce Beşiktaş’ta yaşayan insanların günlük yaşamlarını geçirdikleri ev, işlik gibi mekânlara metro kazılarında rastlanmadı.

Mezarlık alanından gelen arkeolojik bilgilerle, kent tarihi hakkında bilinen yazılı kaynaklar arasında 3000 yıldan fazla bir boşluk var. M.S. 2. ya da 3. yüzyılda Bizantionlu Dionisios tarafından kaleme alındığı düşünülen Anaplus Bosporu (Boğaziçi’nde Yolculuk) adlı eser bu boşluğa bir nokta koyuyor.  Bu eser sayesinde Beşiktaş’ın tarihiyle ilgili ilk yazılı bilgilere ulaşıyoruz. Dionisios bu eserinde, bugünkü Beşiktaş merkezinin çeperindeki bazı yerleşmelerden bahsediyor. Bizans tarihçisi Albrecht Berger’e göre, Dionisios’un liman kenti “Pentekontorikon” diye bahsettiği yer bugünkü Dolmabahçe. “Iasonion” ise bugünkü Maçka; “Arheion” diye anılan yer ise Beşiktaş merkez, yani kabaca Sinanpaşa Mahallesi olmalı. Berger, Arheion tezini Dionisios’un kitabında geçen bir bilgiye dayandırıyor: “Kuzeye doğru, tepeler ve bunların arasında akan bir ırmak”. Berger’e göre bu ırmak Ihlamur Deresi olmalı. Arheion, aynı Khalkedon (bugünkü Kadıköy) ve Bizantion (bugünkü Sarayburnu) gibi bir Yunan koloni kenti olarak kuruluyor. Kentin kurucusu Arheias’tır. 

Diplokionion’dan Beşiktaş’a…

Beşiktaş merkezinin M.S. 5. yüzyıldaki adı Ayios Mamas. Kaynaklara göre bu isim bölgede kurulu olan Ayios Mamas kompleksinden geliyor. Kompleks; saray, hipodrom, liman ve limanın arkasındaki yarım daire biçiminde görkemli bir revaktan oluşuyor. Berger, bu revağın sütunlarının Beşiktaş isminin kökeni olduğunu iddia ediyor: 16. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden Petrus Gyllius, Beşiktaş’ta “diplokionion” olarak bilinen çifte sütundan bahseder. Bu sütunların Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesinin inşaatında kullanıldığını söyler. Berger, bu iki sütunun Mamas revağının parçaları olabileceğini belirtiyor. Bu tezini Buondelmonti’nin haritasında gözüken çifte sütunun varlığıyla destekliyor. Haritadaki sütunların sanki bir beşik asılabilmesi mümkünmüş gibi gözüktüğüne değiniyor. “Diplokionion” ismine sadece tarihi belgelerde rastlamıyoruz. 1903-1975 yılları arasında Beşiktaş Köyiçi’nde eğitim veren, Beşiktaş Rum Okulu’nun metruk binasının Rumca kitabesinde “Diplokionio Okulu 1903” ibresi bugün bile okunuyor. Bu da “diplokionion” isminin 20. yüzyıl başına kadar halk arasında karşılığı olduğunun önemli bir göstergesi. 

Denizci kenti Beşiktaş

Beşiktaş’ın merkezindeki mahalleye adını veren kaptanıderya Sinan Paşa olsa da, Beşiktaş’ı denizci kentini dönüştüren kimlik hiç şüphe yok ki Barbaros Hayrettin Paşa. Elimizde çok fazla somut bir veri olmasa da, Deniz Müzesi civarına yaptırdığı bilinen yalısı ve ölümünün ardından Mimar Sinan’ın tasarladığı türbesinin (1541-1542) Beşiktaş’ta yapılması Beşiktaş’ın bir denizci kentine dönüşmesine neden oluyor.  Osmanlı donanması sefere çıkmadan önce büyük kaptanıderyanın türbesini ziyaret ediyor. 1555 yılında türbenin karşısına inşa edilen Sinan Paşa Külliyesi’yle birlikte bu önem perçinleniyor.

Leventler, cuma namazlarını bu camide kılmaya başlıyor. Beşiktaş, Osmanlı donanmasının rütbeli askerlerinin ikametgâhına dönüşüyor. Sinan Paşa, Mihrimah Sultan’ın eşi olan sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi. Beşiktaş’a yaptırdığı külliyenin tamamlandığını göremeden 1553 yılında vefat ediyor ve Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Külliyesi’nin haziresine gömülüyor. Cami, medrese ve çifte hamamdan oluşan külliye 1555 yılında açılıyor. Beşiktaş Çarşısı’nın ilk temelleri de külliyenin açıldığı yıllarla çağdaş. 1950’li yıllardaki meşhur Menderes yıkımları bu külliyeyi de etkiliyor; çifte hamam yıkılarak yok ediliyor. Hamam yıkılana kadar halk arasında “Köprü Hamamı” olarak anılıyor.  Beşiktaş’ın kentsel ve kültürel mirasına büyük katkıları olan Çelik Gülersoy, bu ismin eski çağlarda Akaretler tarafından inen bir dere ve bunun üzerine kurulu bir köprüden geldiğini iddia ediyor. Şair Nedim ve Ihlamurdere caddelerini birleştiren sokağın isminin Sinanpaşa Köprü Sokağı olması bu tezi destekliyor.

Beşiktaş’ta denize ve denizciliğe verilen önem Cumhuriyet Dönemi’nde de etkisini sürdürüyor. Beşiktaş sahilinde bulunan Beşiktaş Vergi Dairesi’nin 1960 yılında Deniz Müzesi’ne dönüştürülmesiyle Beşiktaş’taki denizci yapılarıyla denizcilik tarihimizin görkemli koleksiyonu buluşuyor. 

Çarşı kent Beşiktaş 

16. yüzyılda denizcilerin Beşiktaş’a gelmesiyle şekillenmeye başlayan çarşı, 19. yüzyılın sonlarında İstanbul’un en canlı çarşılarından biri oluyor. Bu dönemde bölgede inşa edilen Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız sarayları sayesinde kent yaşamı şenleniyor. Erzincan ilinin Küçük Armıdan köyünde doğan Hagop Mıntzuri’nin anıları Beşiktaş çarşısını en iyi betimleyen metinlerden biri… Gençliğinde Sinan Paşa Camii’nin karşısındaki fırında çalışan Mıntzuri, Beşiktaş Çarşısı’nın 19. yüzyıl sonundaki canlılığını, çarşının içinden biri olarak anlatıyor: “…1897’nin Beşiktaş’ını anlatıyorum. O günlerde, şimdiki Barbaros Meydanı’nda Sinan Paşa Camisi var. Oradan, göz kararıyla fırının, çarşının, dükkânların yerini tespit edebiliyorum: Şurada fırının tezgâhı yükseliyordu; ben buraya ekmekleri dizerdim. Tezgâhın altında Azbıderli Musa Çavuş’un kahvehanesi vardı. Sarı yün arabasıyla iner, çıkar, çay ve kahve dağıtırdı. Bitişiğindeki sandık büyüklüğünde dükkânda, Hüseynikli nar gibi kırmızı yanaklı Mustafa Ağa ile yeğeni Yusuf, bağdaş kurup ince çöpleri keserek aynı boya getirir, süpürge bağlarlardı. Yusuf, süpürgeleri omzuna alıp buradan götürürdü semtlere. Beşiktaş, Ortaköy semtlerine, ‘Süpürgecii’ diye bağırarak. Evet, Karamanlı usta Yorgi’nin bakkal dükkânı da tam şuradaydı. Sabun, zeytinyağı, zeytin satardı. Dar ve uzun masada da soğan ayıklar, maydanozu, ciğeri, soğanı doğrar, unlar, tuzlar ve unlu kanlı parmaklarıyla yanındaki ateş dolu maltızdan bozma bir mangalda yağı yakıp ciğerleri kızartırdı…”

Beşiktaş çarşısının 1950’li yıllardaki durumun en iyi “Bedri Rahmi’nin bir tablosu gibidir burası” diyen Çelik Gülersoy anlatır: “Köyün ucundaki o ıssız türbe ile (Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesinden bahsediyor) bu renkli pazarın aynı şehirde olduğuna da, doğrusu zor inanılır. Meydanlıktan sapınca, bir bereket dünyası selamlar sizi: Hem bostan, hem deniz ürünleri, tabla-tabla önünüzdedir. Denizden gelenler, pul pul. İskelenin balıkları. Yanında bereket dolu sebze küfeleri. Onlar da çok değil, acık ötedeki Ihlamur Vadisi, Gayrettepesi ve Saatçi Bayırı bostanlarında yetişmiş zerzevat ile dolu. ‘Çıngıraklı Bostanda’ boy atmıştır bu zümrüt fasulyeler. Göbekli ve yeleğinde gümüş saatli ‘Haydar Ağamızın bahçesinde’ tombullaşmış kadife patlıcanlar. Küçük camekânı ve pırıl pırıl ampulleri ile lâkerdacı kaldırımda oturur. Karşıda şarapçı Rum. Bir çarşıda değilmişiz de çok güzel çizilmiş ve boyanmış bir opera sahnesindeymişiz sanki. Bu çarşıda 40 yıl, 50 yıl mukaddem, sade dekorlar değildi operaya benzeyen. Çünkü kimse de susup oturmazdı burada. Her satıcı bir hava tutturur, o makamdan okurdu.”

Saraylar kenti

19. yüzyıldan başlayarak Beşiktaş çarşısının canlanmasının temel nedeni, Osmanlı sultanlarının yüzünü doğudan batıya çevirmesiyle de açıklanabilir. Sırasıyla Dolmabahçe (Beşiktaş Saray-ı Hümayunu), Çırağan (Çırağan Sahilsarayı) ve Yıldız (Yıldız Saray-ı Hümayunu) saraylarının Beşiktaş’a inşa edilmesi büyük bir toplumsal dönüşümün Beşiktaş’taki mimari nişaneleri oluyor. 

II. Mahmud’un ahşap sarayı yerine Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı 1856 yılında hizmete giriyor. Sultan Abdülaziz ve kısa süreliğine olsa da V. Murad bu sarayı kullanıyor. Beşiktaş’ın ve imparatorluğun tarihinde bir dönüm noktası olan Kanuni Esasi’nin kabulü de II. Abdülhamit döneminde sarayın Muayede Salonu’nda gerçekleşiyor. Bu salon o günden sonra demokratikleşme adına atılan önemli adımlara da tanıklık ediyor. Kanunni Esasi’nin kabulünden tam 51 yıl sonra, İstanbul’a olan hasretini sonlandıran Mustafa Kemal Atatürk meşhur nutkunu bu salonda veriyor: “… Bu noktainazarı size, aziz İstanbul halkına, sekiz sene evveline kadar içinde yedi evliya kuvvetinde bir heyülâ tasavvur ettirilmek istenilen bu sarayın içinde söylüyorum. Yalnız artık bu saray zıllullahların (Allahın gölgeleri) değil, zıll olmayan, hakikat olan milletin sarayıdır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım…”

Kanuni Esasi’ni 1876’da ilan edilmesiyle başlanan demokratikleşme hareketi, aynı padişahın 1878’de aldığı kararla rafa kaldırılıyor. II. Abdülhamid Dolmabahçe Sarayı’nı terk ediyor. Yeni sarayın adresi yine Beşiktaş: II. Abdülhamid saltanatının otuz yılını yüksek duvarlarla çevrili Yıldız Sarayı’nda geçiriyor. Sedirden sandalyeye geçiliyor ancak Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’yla başlattığı dönüşüm, II. Abdülhamid’in baskıcı ve yasaklarla anılan kararlarıyla sekteye uğruyor. Aşırı güvenlik tedbirleri halkın Beşiktaş algısını değiştiriyor. 

Bağımsızlık için ilk adım Beşiktaş’tan

Muhalefetin baskısı üzerinde ilan edilen II. Meşrutiyet’i izleyen günlerde farklı cephelerde yaşanan savaşlarla yıpranan imparatorluk, I. Dünya Savaşı sırasında gücünü tam anlamıyla yitiriyor. İmparatorluğun yönetildiği Beşiktaş işgal altına giriyor. Beşiktaş’ta bugün Beşiktaş Belediyesi ve Beşiktaş Kaymakamlığı olarak kullanılan yapı İşgal Kuvvetleri’nin merkezi oluyor. O dönemde 9. Ordu Kıtaatı Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, üzerinde yaşadığımız toprakların kaderini değiştirecek Samsun yolculuğuna 16 Mayıs 1919 Cuma günü Beşiktaş’tan çıkıyor. Yâverlik sıfatını da taşıdığı için Yıldız Sarayı ve Sinan Paşa Camii arasında yapılan Selamlık resm-i âlisinin ardından camiden kendi maiyetindeki subaylarla çıkarak Beşiktaş sahiline gidiyor. Buradan bir istimbotla Sarayburnu açıklarında bekleyen Bandırma Vapuru’na geçiyor. Ülkenin talihini değiştiren bu hareket, Beşiktaş kent tarihinde yeniden doğuşu simgeleyen bir gün olarak Beşiktaş’ta hâlâ kutlanıyor.

Eğitim kenti Beşiktaş

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yaşanılan dönüşümlerin odağında yine Beşiktaş var. 1927 yılı sonrasında Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ilan edilen devrimlerin büyük bir bölümü Dolmabahçe Sarayı’nda şekilleniyor. Ülke çapında ilan edilen eğitim seferberliğinde Beşiktaş büyük bir rol alıyor. Bir dönem sultanlara tahsis edilmiş sarayların büyük bir bölümü eğitim yapılarına tahsis ediliyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuarı, Ziya Kalkavan Denizcilik Lisesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi, Kabataş Lisesi devrimsel nitelikteki bu karar sayesinde bugün Türkiye’nin pırıl pırıl gençlerini yetiştirebiliyor. Yine bu anlayış sayesinde, ülkenin en fazla üniversitesine Beşiktaş ev sahipliği yapıyor. Yıldız Teknik, Galatasaray, Bahçeşehir, Boğaziçi üniversitelerinin ana kampüsleri; İstanbul Teknik ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar üniversitelerinin çeşitli bölüm ve fakülteleri sayesinde Beşiktaş artık bir eğitim kenti olarak anılıyor. 

Kültürün başkenti

Boğaz’ın en güzel kıyı şeridi, güçlü bir tarihsel birikim ve kadim eğitim geleneği, Beşiktaş’ı diğer kentlere göre kültür-sanat-edebiyat alanında bir adım önde olmasının ana nedenlerinden biri. 16. yüzyıldan itibaren Divan şairlerinin şiirlerinde Beşiktaş’ın sesi, izi, kokusu var. Ahmed Turanî’nin, Yahya Efendi’nin, Nedîm’in, Şeyh Neccârzâde Rızâeddin Efendi, Nâşid’in ve nicelerinin Beşiktaş’ta yaşaması, üretmesi tesadüf değil. Donizetti Paşa’nın Osmanlı’nın milli marşı gibi kullanılan marşlarının Dolmabahçe’den imparatorluğa yayılması; Mehmet Emin Yurdakul’un “milli şair” unvanını almasını sağlayan şiirlerini Serencebey’deki evinde yazması; Fausto Zonaro’nun muhteşem tablolarının Akaretler’de şekillenmesi; Halide Edib Adıvar’ın “Mor Salkımlı Evi”nin Abbasağa’da olması; Yaşar Kemal’in büyük eseri İnce Memed’i Serencebey’de kaleme alması; Neyzen Tevfik’in neyinin, Macar Darvaş’ın kemanının sesinin Beşiktaş’ta işitilmesi; Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Tevfik Fikret’in şiirlerindeki Beşiktaş’ın derin tarihinden ve kültüründen damıtarak eklediği dizeler tesadüf değil. Halit Ziya Uşaklıgil’i, Yahya Kemal’i, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Faruk Nafiz Çamlıbel’i, Ziya Osman Saba’yı, Orhan Veli’yi, Reşat Nuri Güntekin’i, Salâh Birsel’i Beşiktaş’ta buluşturan özellikler bugün bizleri kültür-sanatın izinde Beşiktaş’ta buluşturmaya devam ediyor. Bugün Beşiktaş’ın gösteri sanatları,  edebiyat, sinema, resim ve heykel alanında ülkenin çekim merkezlerinden birisi olması yukarıda bahsedilen simge kimliklerin ürettiği muhteşem eserlerle açıklanabilir. 

08.07.2019

3 Ekim 2023 Salı

Şairin kent rehberi

Necatigil’in dizelerinde Beşiktaş’ın sokaklarını gezebilir misiniz? Orhan Veli’yle vapura binip Boğaz kıyılarını seyredebilir misiniz? Bir meyhanede oturup Cansever’den henüz yayınlanmamış bir şiirini dinleyebilir misiniz? 

Yazı: Görkem Kızılkayak

Kitap okumaya başladığım günden beri kitabın ana konusundan çok, kitabın derinliklerindeki çıkmazlarda dolanmayı sevmişimdir. Yazarın/şairin kurduğu çatı yerine kahramanlarını gezdirdiği mekânların neresi olduğunu anlamak beni hep cezbetmiştir. Biraz daha bilinçlenip bu çıkmazları not etmeye başladığımda bir şeyi fark ettim. Not ettiklerimin tamamı şairin/yazarın yaşadığı veya kafasında kurduğu kente dair tanıklıklarından oluşuyordu. 

Behçet Necatigil’in şiirlerini okumak yerine, nedense, Beşiktaş’ın sisli puslu, daracık sokaklarında Necatigil’le birlikte yürümek isterdim. Tevfik Fikret’in çalışma odasından küçük bir köprü aracılığıyla derslerini vermek için geçtiği patikada onunla sohbet etmek isterdim. Tabii ki bu mümkün olmadı. Ama en azından denemeye değer diyerek yıllardır topladığım notlarımdan bu yazıyı yazmaya karar verdim. Aslında bu notlar baskısını çeşitli nedenlerle ertelediğimiz Beşiktaş Edebiyat Atlası’nın omurgasını oluşturuyor. Basılmamış bu atlastan aldığım izinle bazılarını sizlerle paylaşmak istedim. 

Yıl 1938, baharın ilk günleri. Eşinizle Balık Pazarı’nda alışveriştesiniz. Pazarın yanındaki meyhanenin girişinde üç kişi gözünüze ilişiyor, hatırlıyor musunuz? Hatta eşiniz, mahalleden genç komşunuz Sabahattin Kudret Aksal’ı tanıyor, yakasına papatya takılı adam kimdir diye size soruyor. Bundan sonrasını Varlık Yayınları’ndan çıkan “Cahit Sıtkı Tarancı, Sonrası” kitabındaki Sabahattin Kudret Aksal’ın yazısından öğreniyoruz:

O gün [Cahit Sıtkı Tarancı’nın] Cumhuriyet’te “Papatya” adlı bir hikâyesi çıkmıştı. Pardesüsünün yakasına bir papatya iliştirmiş, kısa boylu; gözleri ışıl ışıl, sokağın kalabalığına dalmış genç bir adam. Parmaklarının arasında yarısını bulmuş bir sigara. Ne kadar rahat, sâkin halliydi. Mülkiyeden sınıf arkadaşı bir hısmımla gelmiştik. Daha uzaktan tanımıştım, belki de yakasına tutuşturduğu papatyadan. İçeriye girdik. “İçeceğiz” diye dayattı. O günden bu yana, günden güne gelişen, kökleşen dostluğumuzun çevrelerinin bir örneği sayabilirim bu Beşiktaş meyhanesini. 

Beşiktaş’ı mesken tutmuş iki şairden devam edelim isterseniz. Bu sefer 1940’lı yılların başında Beşiktaş’tan Boğaz hattı vapuruna binmişsiniz. Boğaz’ın enfes manzarası eşliğinde Bebek’e doğru giderken o anın bir şiire dönüşeceğinden habersiz, manzaranızı Cahit Sıtkı Tarancı ve Orhan Veli’yle paylaşıyorsunuz:

Bayramdı

Orhan Veli’yle beraberdik

Boğaziçi vapurunda

Âşiyan’a gidiyorduk

Fikret’in elini öpmeye


Bir baktım üzgün koca şair

Bir baktım güneşler içinde 

Hiç söz açmadı Halûk’tan

Dilinden de düşürmedi

“Bu memlekette bir gün sabah olursa Halûk”


Cahit Sıtkı Tarancı, Vatan/Sanat Yaprağı eki, Ekim 1953


Biraz daha geriye gidip Abbasağa mahallesine uğrayalım. 1880’li yılların sonlarına doğru Abbasağa’da kırmızı kâgir bir konakta oturuyorsunuz. Sokağınızda mor salkımlı bir ev, o evde de ailesiyle yaşayan Halide isimli minik, sevimli bir kız arkadaşınız var. Oradan taşınınca Halide’den de kopuyorsunuz. Halide’nin, 1919 yılındaki Sultanahmet Mitingi’nin ateşli hatibi olduğunu 1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde tefrika edilen Halide Edip’in çocukluk anılarından öğreniyorsunuz (Halide Edip Adıvar, “Mor Salkımlı Ev”, Can Yayınları, İstanbul, 2012, 11. Baskı, Sayfa 17). 

Hafızasında hayat, kendini kayda başladığı ilk devrin hiç unutamayacağı zemini, Beşiktaş’da, doğduğu evde başlar. Bu ev Ihlamur’a giden uzun caddeye inen, birbirine muvazi dik yokuşlardan birinin hemen hemen tepesindedir. Bu evden sonra gelen kocaman kırmızı kâgir konak, bu yokuşun son evidir. Tepenin solu koyu yeşil çamlar, nazlı söğütler arasında Abdülhamid’in Beyaz Saray’larını görürken sağ tarafı Adalar Denizi’nin mavi sularına bakar. Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım asırdan ziyade, bazan da her gece, bu küçük kızın rüyalarını girmiştir. 

Yeniden Tarancı ile Orhan Veli’nin Fikret’in elini öpmeye gittikleri 40’lı yıllardayız. Yine Bebek’teyiz ama bu seferki kahramanlarımız Oktay Akbal ile günlüklerini okumaya doyamadığım Salâh Birsel. İki genç edebiyatçı oturmuş Boğaz kıyısındaki bir kahvede gün batımına tanıklık ediyor. Biz de Oktay Akbal’ın Yılmaz Yayınları’ndan çıkan “Şair Dostlarım” kitabı sayesinde bu güzel ana ortak oluyoruz. 

Şimdi birkaç yıl önceki gibi, koskoca bir ayın ışıldattığı Bebek koyunu seyreden o kıyı kahvesinde olmalıydık… İki gazoz şişesi önümüzde. Bir de bitmiş sigara paketi. Dumanları tüketip susmalıydık. Ben yaşamakta olduğum aşkın hayalleri arasında kaybolmalıydım. O ise, bana o sırada o kadar değersiz, yersiz görünen bir takım gündelik olayların dedikodusu içinde. O unutulmayan zaman parçası içinde dostumun da benim ruh halimi yaşamasını ne kadar istemiştim! Ne çare ki Birsel âşık falan değildi, turp gibiydi henüz. Güzin’i tanımamıştı…

Konumuz edebiyat olunca Bebek’i terk etmek istemiyor insan. Zaman makinasını 1910’lu yıllara ayarlayalım. Diyelim ki sıcak bir yaz gününde Beşiktaş’tan tramvaya biniyoruz. İstikamet Bebek Bahçesi! Tramvayda yanımızda bir baba-oğul oturuyor. Konuşmalardan, onların da Bebek’e gideceğini anlıyoruz. O gün babasıyla sohbetini çaktırmadan dinlediğimiz 9-10 yaşlarındaki sevimli çocuğun adının Ziya Osman Saba olduğunu yıllar sonra anlıyoruz.

Çırağan sarayının köprüsü altından gene geçeceğiz elbette. Ortaköy’de durduğumuz zaman, bir küçük kilise, gene bugünkü gibi, daha çok çıngırak sesiyle çan çalmaya koyulacak. Daha sonra, cadde, bugün genişlediği yerden, gittikçe daralmaya başlıyacak. Bir müddet, eski, büyük yalıların bahçe duvarlarının arasında, kendimize zorlukla yol açar gibi ilerleyeceğiz. Kuruçeşme korusunun eteklerinde tramvay hattı da tekleşiverince, artık çaresiz, durup karşılık bekliyeceğiz. O kadarcık zaman ne geçmez olacak! Dört gözle beklenilen tramvayın önce gürültüsünü işitir gibi olacağız, arkasından onu, birden kırmızı kırmızı, karşımızda bulacağız. Vatmanlar çanlariyle biribirlerini selâmlıyacaklar. Bize bırakılan, serbest hatta gönül rahatlığıyle sapıp yeniden yola koyulacağız. Her an çırpıntılı denizi, sert rüzgârlariyle Akıntı Burnu, o günkü Boğazın müjdesini verecek. Hidivin yalısını, arka sırtlardaki koruya bağlayan -biri kafesli- köprülerin de altından geçtikten sonra, Bebek bahçesinin etrafını, raylarda, her defasında da aynı gıcırtıyı çıkararak dolanacağız. Bebek bizi bu sesle karşılayacak, biz Bebek’e ancak bu sesi duyduktan sonra kavuşabileceğiz (Ziya Osman Saba, “Değişen İstanbul”, Varlık Yayınları, İstanbul, Şubat 1959, sayfa 26-27).

Yıl 1954, Mayıs’ın ortası… Şair Nedim Caddesi’ndeyiz. Bir apartmanın penceresinden sokağı seyreden küçük ve sevimli kız gözümüze ilişiyor. Bu küçük kızın, elinizden düşürmeyeceğiniz öykülerin yazarı Nazlı Eray olacağını bilmeden sahile doğru yürüyoruz.  

İlk anımsadığım Beşiktaş, halamın ve eniştem Sabahattin Kudret Aksal’ın oturdukları Demet Apartmanı. Evin cumbasında oturtulmuşum, sokaktan geçen arabaları ve kedileri seyrediyorum. Bir süre sonra Münire halam beni içeriye çekiyor.  Koridor gibi bir yer var. Başımı kaldırıyorum, orada kocaman siyah beyaz bir fotoğraf. Enişteme soruyorum, “Enişte bu kim?” Eniştemin gözleri doluyor, “Sait o!” diyor. İlk adını orada duyuyorum, Sait Faik yeni ölmüş. Ve eniştemde fotoğrafı (Nazlı Eray ile Beşiktaş Edebiyat Atlası için 15 Nisan 2016 tarihinde yaptığım görüşmenin notlarından)...

Tekrar Boğaz’a dönelim. Arnavutköy İskelesi’nin karşısındaki Kaptan Meyhanesi’nde bitirelim (bugünkü adıyla Vira Vira). Yıl 1977! Dalgalarla aramıza giren kazıklı yol henüz yapılmamış,  Arka masada arkadaşlarıyla birlikte Edip Cansever oturuyor. Akşam boyunca şiir okuyor Cansever. Herkesin gözü kulağı o masada!

Arnavutköy’deki Kaptan Meyhanesi’ne Edip Cansever’le çok gitmişimdir. Edip birçok şiirine son şeklini orada vermiştir. Bir kelime üzerine saatlerce tartışıldığını hatırlıyorum. Edip Cansever’in “Sevda ile Sevgi” kitabını baştan sona okuduğu bir gece vardır orada. Çevirmen Armağan İlkin ve eşi Altan İlkin’le birlikte dinledik baskıya hazırlanan kitaptaki şiirleri (Selim İleri ile Beşiktaş Edebiyat Atlası için yaptığım 11 Nisan 2016 tarihli görüşme notlarından).


b+ 31. sayı, 2020