20 Nisan 2021 Salı

“Yetmiş iki milletin bin renkli bayraklı yurdu”


Önce ilk İstanbullular selamladı Galata’yı! Bu kadim kentin alametifarikalarından palamutlar binlerce yıldır, inatla, güneyden gelerek Haliç’in ağzına yumurtluyor. Ardından Karadeniz’e açılıyor. Yaz aylarında boyu bir sardalyaya ulaşan yavruları Boğaz’ı mesken tutuyor. Sonbahara doğru yağlanıyor ve Galata’yı selamlayarak Akdeniz’e doğru yola çıkıyor. Bu bölgeye Sykai denmeden önce de, büyük Bizans imparatorunun adıyla anılmadan (Justinianapolis) önce de Galata ilk İstanbulluların yaşam döngüsüne tanıklık ediyordu. Önce Bizanslılar, Haçlılar, Cenevizliler, Venedikliler; sonra Osmanlılar, Araplar ve niceleri palamutlara katıldı. Doğunun gizemini çözmeye çalışan seyyahlar da cabası... Bazıları Boğaz’ın en güzel yamacında sadece eğlendi, bazıları meşhur Galata kahvehanelerinde zaman öldürdü, bazıları buraya yerleşti... Hiç kuşku yok ki gidenler de, kalanlar da, kendi kültürleriyle Galata’nın kültürünü zenginleştirdi.


Onlardan biri de İtalyan şair ve gezgin Pietro della Valle. Yaşadığı aşk acısını unutmak için “Grand Delfino” isimli kırk beş toplu bir Venedik savaş kalyonuna binen gezgin, 15 Haziran 1614 tarihinde Galata açıklarına vardı. Della Valle seyahatinin ilk durağı olan İstanbul’a ayak bastığında, 12 yıl sürecek uzun yolculuğunun, onu dünyanın en büyük aşk acılarından birine daha sürüklediğinden habersizdi.  Grand Delfino’daki sayıları 500’ü bulan yolcuları şöyle tasvir etti İtalyan gezgin: “Katolik Hıristiyanlar, çeşitli mezheplerden sapkınlar, Rumlar, Ermeniler, Türkler, Acemler, Yahudiler, hemen hemen her şehirden gelen İtalyanlar, Fransızlar, İspanyollar, Portekizliler, İngilizler, Almanlar, Felemenkler ve bir cümlede bitirmek gerekirse, dünyanın bütün dinleri ve ülkelerinden insanlar... 


Della Valle’nin farklı kültürlerden gelen insanlarla yaşadığı iki aylık deniz tecrübesi, onu İstanbul’un, özellikle de Galata’nın kültür mozaiğine alıştırmış olmalı.  Della Valle’nin çağdaşı Evliya Çelebi’nin Galata’nın o dönemki nüfusu için “200 bin kâfir, 64 bin Müslüman” tahmini her ne kadar tarihçiler tarafından abartılı gözükse de 17. yüzyılda Galata’nın 93 mahallesinin 70’inin Rum, 17’sinin Müslüman, üçünün Avrupalı, ikisinin Ermeni ve birinin Yahudi olduğunu biliyoruz. Sadece bu bilgi bile Galata’nın demografik çeşitliliğinin Della Valle’nin tasviriyle örtüştüğünü gösteriyor. 


Pietro della Valle’nin bir yılı aşkın İstanbul macerasının odağında Galata vardı. Dönemin Venedik Elçisi Almoro Nanni’yle kurduğu arkadaşlık, Padişah I. Ahmed’in huzuruna çıkmasını sağladı. Buranın adetlerine göre giyindi, yaşadı. Galata’nın eğlence hayatını deneyimledi. Türkçe öğrendi, yazma kitap topladı. Doğu’nun edebi kalıplarına merak sardı. Divan geleneğinde yazdığı 41 sayfalık eserinde kendini şöyle tanımlıyordu: Hayret uyandıran bir şekilde yüzüm değişir; yüzümle birlikte, istediğim zaman, istediğim gibi sesim ve konuşmam da. Ve o kadar değişir ki beni, Araplar Arap, Persler Pers sanır...


Della Valle’nin büyük acısına gelecek olursak; İstanbul’dan sonra yoluna devam eden gezgin, Ekim 1616’da Bağdat’ta Mardinli bir Hıristiyan olan Sitti Maani ile tanışıp evlendi. Gezmeye beraber devam ettiler. Sitti Maani 1622 yılının sonunda İsfahan’da bir düşük yaptı ve hayatını kaybetti. Della Valle yaşadığı felakete rağmen, eşiyle aldığı karara uydu ve geziyi tamamlama kararı aldı. Eşinin mumyalanmış naaşıyla önce Hindistan’a sonra Pakistan’a gitti. 28 Mart 1626 tarihinde İtalya’daki evine döndü. Sitti Maani’nin naaşı Roma’daki Santa Maria in Aracoeli Kilisesi’ne defnedildi. 


Pietro della Valle’den iki yüzyıl sonra, bu defa Fransa’nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan biri olan Gustave Flaubert uğradı Galata’ya... “Madame Bovary”nin, “Bouvard ve Pécuchet”nin, “Makbul Fikirler Lügati”nin yaratıcısı Flaubert’in, arkadaşı Maxime du Camp’la çıktığı Doğu yolculuğunun son ayağı İstanbul’du. İki arkadaş, 1850 yılının Ekim ayında Galata’daki Justiniano Oteli’nde kaldı. Flaubert, arkadaşı Louis Bouilhet’ye yazdığı mektupta şöyle anlatıyordu İstanbul’u ve Galata’yı: Gelelim İstanbul’a. Buraya dün sabah vardım, bugün sana hiçbir şey anlatmayacağım, bir tek şunu bil: Fourier’in burası hakkında daha sonra yeryüzünün başkenti olacaktır düşüncesiyle çarpıldım. Gerçekten de insan soyu gibi devasa bir şey. Hani Paris’e girerken yaşadığın o ezilme duygusu var ya, asıl burada insanın içine dirsek ata ata işliyor; öylesine çok yabancısı olduğum insan var ki burada, Acem’den Hintli’ye tut da Amerikalı’dan İngiliz’e kadar bir dolu bambaşka kişilik; hepsiyle birden karşılaştığında insanın kendi kişiliği eziliyor. Sonra, dehşet bir şey bu. Sokaklarda kayboluyorsun, ne başı belli, ne sonu. Mezarlıklar, şehrin ortasında bitmiş ormanlar gibi. Galata Kulesi’nin tepesinden bütün evleri ve camileri görmek mümkün... ”


Realist akımın öncüsü Flaubert, Galata’nın karanlık yüzüyle de yüzleşmeyi ihmal etmedi: Işıklar sönük, yollar pis. Arka avlulara bakan pencerelerden kulakları tırmalayan keman ve gitar sesleri geliyor. Pencerelerde ve kapı eşiklerinde, Avrupalılar gibi giyinmiş, saç biçimleri eski Yunanlarınkine benzeyen, kirli suratlı fahişeler boy gösteriyorlar. Abélard ve Héloïse’in daha kötü taklitleri... ”


Flaubert’in yaşadığı ezilme duygusunu, ondan çeyrek asır sonra İtalyan yazar Edmondo de Amicis de yaşadı. De Amicis’in kaleme aldığı İstanbul seyahatnamesi hâlâ türünün en iyi örneklerinden biri sayılıyor. Marmara’dan İstanbul’a büyüleyici bir sis içinde ulaşan Edmondo de Amicis, yaşadığı heyecanı bu cümlelerle somutlaştırdı: “...Nihayet pusun arkasından önce beyazımtırak yığınlar, son çok yüksek bir şeyin belli belirsiz şekli, sonra güneşin aydınlattığı camların kuvvetli pırıltısı ve sonunda bir dağ, birbiri üstüne, rengârenk, bir sürü küçük ev, ışık içindeki Galata ile Pera gözüktü; minare, kubbe ve selviler altında kalmış çok yüksek bir şehirdi bu, tepenin üstünde gayet büyük sefaret konakları ile kocaman Galata Kulesi, eteğinde ise Tophane’nin büyük top dökümhanesi ile bir gemi ormanı vardı... Çıt çıkmıyordu. Ne yana bakacağımızı bilmiyorduk. Bir tarafımızda Üsküdar ile Kadıköy, bir tarafımızda Saray tepesi, karşımızda Galata, Pera ve Boğaz vardı. Hepsini birden görebilmek için fırıl fırıl dönmek gerekiyordu ve her tarafa ateşli gözlerle, gülerek, elimizi kolumuzu konuşmadan sallayarak, zevkten nefesimiz kesilmiş halde döne döne bakıyorduk... 


De Amicis, Galata’nın dar ve dolambaçlı sokaklarındaki Rum ve Ermeni kahvehanelerini, Galata’nın ünlü tüccar yazıhanelerini, Galata bankerlerinin kurduğu borsayı gördü. Türk hamalın “savulun!”, Ermeni sakanın “var mı su?”, Rum sakanın “crio nero”, Frenk arabacı “varda, varda!” nağralarını işitti. Galata’yı Pera’ya bağlayan tünelin yapımını şaşkınlıkla izledi. Osmanlı restorasyonundan sonra Ceneviz çizgilerini yitiren Galata Kulesi’ni gezdi. Galata’nın yangınlara tanıklık etti. 


Kendi birikimini Galata’nın kent kültürüyle harmanlayanlardan biri de Türk edebiyatının gerçek anlamda ilk popüler yazarı olan Ahmet Mithat Efendi’ydi. Yolları De Amicis’le Galata’nın dar sokaklarında kesişti mi, bilinmez! Ama uzun süre Meclis-i Umur-u Sıhhiye (günümüzün Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü) Reis Vekilliği yapan Ahmet Mithat Efendi’nin Galata’yla olan teşrikimesaisi oldukça fazla... Aynı zamanda iyi bir ticaret erbabı olan Ahmet Mithat Efendi belki de bu özelliğini Galata’daki mesaisine borçludur. 


Rivayet olunur ki Galata’daki işinden çıkıp Galata Köprüsü’nden kalkan Boğaz vapuruna kadar geçen iki dakikalık yürüyüşte aklına bir roman konusu gelir, vapura bininceye kadar romanı tasarlar, vapur Beykoz’a vardığında romanın iskeleti hazır olurmuş. Ahmet Mithat Efendi Galata’nın 19. yüzyıl başındaki tatil günlerini şöyle anlatır: “Galata’nın en kalabalık zamanı Cumartesi akşamından başlayıp Pazar akşamının saat 11-12’sine kadar sürdüğü zamandır. Çünkü Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun; Galata’dakilerin yüzde doksanı, gerek doğrudan doğruya gerek dolayısı ile, gümrüklerde Avrupalılarla ilgili işlerle uğraşan kimselerdir; bunun sonucu olarak bunlarla büyük tüccarların tatil günleri olan pazar -ister istemez- herkesin de mecburi tatil günü olur. Doğrusu mevsim, karnaval mevsimi değildir; daha sonbaharın ilk ayı olan eylül içindeyiz. Ama Galata’nın karnavala falan ne ihtiyacı var? Karnavalda da, büyük perhizde de; ilkbaharda da, sonbaharda da Amerikan tiyatrosu ve öteki bu çeşitten eğlence yerleri, yetmiş iki milletin bin renkli bayraklarıyla donanır. Hele tatil zamanlarında her meyhanenin önüne laterna denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata’yı bir bayram haline koyar. 


İstanbul’un yüzünü batıya dönmüş haşarı çocuğu Galata, dünyanın bütün dinleri ve ülkelerinden insanları” büyülemeye devam edecek. “Yetmiş iki milletin bin renkli bayrağına” yeni sesler, yeni renkler, yeni hikâyeler eklenecek.