22 Haziran 2011 Çarşamba

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 6: SMINTHEION KUTSAL ALANI

Ayvacık, tarih ve arkeoloji severlerin durmadan geçemediği, Çanakkale’nin önemli ilçelerinden bir tanesi. Biga Yarımadası’nın güneybatı köşesindeki Baba Burnu’nun kuzeyinde yer alan Gülpınar ise Ayvacık ve Çanakkale’deki diğer antik merkezlerden bir özelliğiyle ayrılıyor: Smintheion kutsal alanı.

Apollon Smintheius adına inşa edilen tapınak, yapıldığı dönem olan M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren Troas Bölgesi’nde yaşayan insanları, frizlerinde yer alan, büyük ozan Homeros’un yazdığı İlyada Destanı’nda geçen olayların tasvir edildiği kabartmalarla karşılıyordu.

Hermogenes’in öğrencilerinden Kara Mustafa’nın torunlarına…

1866 yılında Pullan tarafından kutsal alanda ilk kazılar başladığında, İlyada Destanı’nı görsel bir şölene dönüştüren, Alabandalı mimar Hermogenes’i izinden giden isimleri bilinmeyen mimarların yaptıklarından eser kalmamıştı dersek çok da abartmış olmayız. Pullan kazıyla ilgili yazılarında bildirdiğine göre tapınağın bulunduğu alan Karamustafa, İbrahim, Molla Mustafa, Bayram, Kara Mustafa, Molla Hasan, Ahmet Çavuş ve Hayri’ye paylaştırılmış değersiz bir arazi parçasıydı. Ne paylaşanlar ne çocukları ne torunları, bu alanı kutsal bir alan ve tarihsel bir değer olarak görmedikleri için tapınak büyük tahribatlar geçirdi; üzerine zeytinyağı işlikleri kuruldu. 1980 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi arkeologlarının başlattığı kazılar, Apollon Smintheus’a adanan bu önemli kült merkezinin yaralarını sarmayı ve onarım çalışmaları sayesinde Smintheion’u eski görkemine kazandırmayı amaçlıyor.

Kısa kenarda sekiz, uzun kenarda on dörder sütun dizisine sahip İon stilindeki tapınak, 23,20 metreye 41,65 metre ölçülerinde… Tapınak üç bölümden oluşuyor: pronaos (giriş: kutsal ön oda), naos (ana mekân: kutsal bölüm) ve opisthodomos (arka oda)

Apollon ve fareler

Uzmanların, Apollon’un Anadolu’da mı yoksa Yunan topraklarında mı doğduğu tartışmaları hâlâ sürüyor. Anadolulu veya Yunan, şu bir gerçek ki Leto ve Zeus’un oğlu, Artemis’in kardeşi Apollon, Anadolu’daki antik kentlerin kültürüne damgasını vurmuş bir tanrı. Müzik, tıp, okçuluk, sanat, şiir ve tarım Apollon’un ulaşılmaz yetenekleri arasında. Ayrıca tarih boyunca bazı küçük hayvanların, Apollon’un tanrısal kişiliğiyle bir arada kullanıldığını görüyoruz. Bunlardan biri de fareler (sminthos).

“Rahip Chryses:
-Ey Smintheus, senin tapınağını çelenklerle hiç mi süslemedi?”
İlyada Destanı, Homeros

Tanrı Apollon ve farelerin ilişkisini en güzel anlatan kaynak yine Homeros’un İlyada Destanı:
Yunan orduları Troia’ya savaşa giderken geçtikleri kentleri yağmalayıp, kadınları kaçırırlar. Bu kentlerden biri de Chrysa’dır (bugünkü Gülpınar). Akha Kralı Agamemnon, Chrysa’daki Apollon Smintheus Tapınağı’nın rahibi Chryses’in kızı Chryseis’i kaçırır. Rahip, kızını geri alabilmek için Apollon’a yakarır. Öfkelenen tanrı, oklarını ve veba taşıyan fareleri Akhalılara gönderir. Ordu vebadan kırılır. Agamemnon Chryseis’i geri vermeyi kabul etmek zorunda kalır. Bunun sonucunda Symintheion’da Apollon’a kurbanlar kesilir. Böylelikle, tanrı Apollon’un farelerle bir arada anılması da ilk olarak bu bölgede, Troas’ta ortaya çıkmış olur.

Tapınak cephesindeki frizlerin üzerinde anlatılan bu sahnelerin büyük bir bölümü bugün yok. Araştırmaları göre tapınakta İlyada Destanı’ndan sahnelerinin işlendiği seksen friz levhası olması gerekiyordu. Kazı süresince, temmuz-ağustos ayları boyunca açık olan Smintheion Depo Müzesi’nde bugün sadece on dokuz friz levhası sergilenebiliyor.

Depo Müze’de sergilenen bir başka önemli eser, Paroslu heykeltıraş Skopas’ın yaptığı Apollon heykelinin bacak parçası. Tapınağın kutsal alanında yer alan heykelde Apollon’un fareye basar bir şekilde tasvir edildiği düşünülüyor. Kazı ekibinin bu düşüncesini, Smintheion ve Alexandria Troas’ta bulunan sikkelerin üstündeki tasvirler de destekliyor.

16 Haziran 2011 Perşembe

OLMAZ Kİ! BÖYLE GÜZEL SOHBET YAPILMAZ Kİ!

Kim bilir nerede, ne zaman, Haluk Özberki’yi dinlediğim günlerden birinde rastlamıştım ismine…

Hani, demişti Haluk Bey, Orhan Veli’nin bir şiiri vardır; Uzanıp yatıvermiş, sereserpe diye başlayan...

Tamam dedim kendi kendime, yine bomba bir hikâye geliyor.

Orhan Veli’nin o şiiri yazdığı kadın, benim Alman Mektebi’nden sınıf arkadaşımdı, dedi. Anlatmaya da devam etti…

Yıllar sonra Haluk Bey’in ilkokul arkadaşı Bella Eskenazi’nin evine gideceğim ve saatlerce sohbet edeceğim aklıma gelmezdi. Ne yalan söyleyeyim yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum Bella Hanım’ın… Benim için o, şiirle gerçek arasında bir yerdeydi.

Bugün öğle saatlerinde yönetmen Yıldırım Yanılmaz ve tiyatro sanatçısı Altan Akışık’la Bebek’te buluştum. Aslında bu iki değerli insanın Bella Eskenazi hakkında çektikleri belgeselin çekimlerine sonradan dahil oldum dersem daha doğru olacak. Bella Hanım’ın belgeselini çektiklerini, belgesel sırasında B+ dergisi için de güzel bir söyleşi yapılabileceğini önermişlerdi Hasan Özgen’e… Ne kadar teşekkür etsek azdır onlara.

Doğal olarak bulduğum ilk boşlukta hemen sordum Bella Hanım’a, hatırlıyor musun Haluk Bey’i diye. Haluk Bayraktar mı? Evet hatırlıyorum sonradan soyadı değişti, dedi. Dördüncü sınıfta Alman Mektebi’ne gelmişti diye de ekledi. Çok iyi Almanca bildiğini hatırladı. Aksilik işte Haluk Bey dün 15 gün sürecek bir tatile çıktı. Yoksa hemen buluşturacaktım ilkokul arkadaşlarını telefonda…

Sonrasında başka bir ortak kimlikten açıldı sohbet: Halet Çambel. Her çarşamba Halet hocayla çay-simit eşliğinde belgesel seyrettiğimizi söyledim. Gözleri parladı Bella Hanım’ın… Bir akşam Halet’le gelin, klasik müzik dinleteyim, dedi.

Haluk Bey döndükten sonra, Halet Hoca’nın da uygun olduğu bir gün Bella Hanım’a klasik müzik dinlemeye gideceğiz.

Akşam yediye gelirken zar zor ayrıldık evden. O konuşmaktan bizler dinlemekten yorulmadık.

Söyleşi mi dediniz?

B+’nın yayıma hazırlanan 14. sayısında Nazan’ın kaleminden okuyabilirsiniz. Bu güzel buluşmanın fotoğraflarını da ben çektim.


6 Haziran 2011 Pazartesi

İSTANBUL MON AMOUR 2: AYASOFYA

İstanbul’un merkezi Sultanahmet’te bulunan Ayasofya, kentin simge yapılarıyla çevrili: Yapı, 6. yüzyıldan bu yana, o dönemdeki adı Augusteion olan, kentin kurucusu Konstantin’in annesi adına onurlandırılan Ayasofya Meydanı ve güneybatı çaprazındaki Yerebatan Sarnıcı’yla (Bazilika Sarnıcı) komşu. Güneyinde, meydana bitişik Haseki Hamamı (Ayasofya Hamamı), onun da güneyinde çinileriyle ünlü Sultanahmet Camii bulunuyor. Kuzeyinde ise, İstanbul kurulduğundan beri, kurucuların, imparatorların ve padişahların saraylarının bulunduğu bölge olan Sarayburnu, yani Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölge var.

“Nea Roma”: Pagan ve Hıristiyan

Kontantinus, ismini verdiği kenti, Konstantinopolis’i, Roma İmparatoru unvanının yanı sıra ilk Hıristiyan Romalı imparator kimliğini de unutmayarak tasarladı ve inşa ettirdi. Geçmişteki Roma kentlerinden farklı olarak kentte kiliseler de yapılmaya başlandı. Bununla beraber kentteki pagan tapınakları da korundu. Bugün Ayasofya’nın bulunduğu yerdeki ilk kilisenin, Konstantinus’un emriyle yapılmaya başlandığını biliyoruz. Ancak Konstantinus’un göremediği 360 yılındaki kilisenin açılış töreninde oğlu İmparator Konstantius hazır bulundu. 5. yüzyılın başında yanan kilisenin nasıl bir mimariye sahip olduğu hakkında, elimizde herhangi bir bilgi bulunmuyor.

Yanan kilisenin yerine II. Theodosius tarafından yapılan ikinci kilise, 461 yılında açıldı. İkinci Ayasofya ve Theodosius Kilisesi olarak da bilinen yapı Bizans tarihinin en büyük ayaklanmalarından biri olan Nika Ayaklanması sırasında 532 yılında yağmalandı, yıkıldı.

Ayasofya’nın Üç Kilit İsmi: İustinianos, Anthemios ve İsidoros

İmparator İustinianos, dönemin iki önemli mimarı Anthemios ve İsidoros’a yıkılan kilisenin yerine, adına ve imparatorluğuna yakışır bir kilise inşa edilmesi emrini verdi. Anthemios ve İsidoros Anadolulu iki mimardır. Hatta bu iki mimar Aydın’a bağlı birbirine çok yakın iki önemli antik kentte doğmuşlardır: Tralles (Güzelhisar) ve Milet.

Böylesine büyük bir yapının bu dönemde yapılmış olması bir tesadüf değildi. İmparator İustinianos’la Bizans İmparatorluğu en parlak dönemini yaşıyordu. Sınırlar genişlemiş, alınan vergiler kat be kat artmıştı; dünya mimarlık tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Ayasofya’yı yapmak için hem ekonomik hem siyasi güç en üst seviyedeydi.

İnşaat başlar başlamaz imparatorluğun dört bir yanından ham ve işlenmiş malzemeler toplandı. Özellikle Efes’ten, Efes’in hemen yakınındaki dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’ndan, Erdek’teki Kyzikos Kenti’nin Zeus Sunağı’ndan, Mısır’dan, Selanik’ten ve adını sayamayacağımız birçok antik kentin pagan tapınaklarından devasa boyutlardaki taşlar, sütunlar, sütun başlıkları kente getirildi.

Aydınlı iki mimar denetimindeki on binlerce usta, kalfa ve amelenin çalıştığı Ayasofya, 27 Aralık 537’de, beş yıllık inşaat sürecinden sonra törenle açıldı. Bu büyük mimarlık şaheserinin iç süslemeleri daha yıllarca sürecekti. Çok değil yirmi yıl kadar sonra, depremler ve kubbe tasarımındaki bazı hatalar nedeniyle, Ayasofya kubbesinin bir bölümü çöktü. Kubbeyi yenileme işi, İustinianos tarafından yeğen İsidoros’a verildi. Ayasofya, 562 yılında yeniden açıldığında, kubbesi eskisine göre daha yüksek ve daha sağlamdı.

İkonokırıcılar, Latinler ve Osmanlılar

Ayasofya’nın tasvirli mozaikleri İkonakırıcı Dönem’de (726-842) yok edilir. Tasvirler, bu dönem sona erdikten sonra yeniden yapılsalar da, tarihsel olarak 9. yüzyıldan önceye tarihlenen hiçbir tasvirli süsleme Ayasofya’da kalmamıştır. Latin İstilası (1204-1261), depremlerden sonra belki de Ayasofya’ya en büyük zararı veren ikinci etkendir. Yaklaşık altmış yıl boyunca, sanat eserleri kaçırılır, yapı yağmalanır, daha da önemlisi bakımsız bırakılır. Bizans, kenti geri aldığında yapının acil onarımına gereksinim vardır fakat imparatorluk bir daha hiçbir zaman kapsamlı bir onarımı karşılayacak gelire sahip olamayacaktır. Kapsamlı onarımlar, Osmanlı Dönemi’nde gerçekleşecektir. Her ne kadar Fatih Sultan Mehmet kenti alır almaz ilk Cuma namazını burada kılarak yapıya duyduğu önemi vurguladıysa da, Osmanlı padişahları içinde II. Selim’in bu yapıya beslediği sevgi diğerlerinden ayrılır. Padişahların başkentte yaptırdıkları, kendi türbelerini de barındıran camilere Osmanlı Dönemi’nde “selatin camisi” adı verilirdi. II. Selim kendi camisini Edirne’de yaptırdığı için türbesi için İstanbul’da bir yer seçmesi gerekiyordu. Bu yapı Ayasofya’nın ta kendisidir. II. Selim, Mimar Sinan’a türbesinin yapımı ve Ayasofya’nın onarımıyla ilgili ayrıntılı bir emir verir. Ayasofya eklenen son iki minare de bu döneme tarihlenir. Eklemelerle yapı II. Selim’in selatin camisi sıfatını da üstlenir.

İstanbul kent silüetinin en önemli tamamlayıcısı olan Ayasofya, Cumhuriyet Dönemi’yle beraber, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle, 1935’de müzeye çevrilir. Anıtsal yapı, yaklaşık 32 metre çapındaki görkemli kubbesi, 9-12 yüzyıllar arasına tarihlenen muhteşem mozaikleri, Osmanlı Dönemi’nde eklenen eşsiz işçilikleriyle göz dolduran mihrap, minber, mahfilleri, minareleri ve yapının payelerine asılan 7,5 metre çapındaki hat panolarıyla hâlâ ziyaretçilerine hizmet vermeye, ulu bir çınar gibi gölgesindekileri korumaya devam ediyor.