17 Mart 2015 Salı

Köy sandığımdan eski bir yazı: İstanbul Mescitleri

İstanbul’un mescitlerini tanımaya başlamadan önce mescidin bu topraklara özel tanımını yapmakta fayda var. Zira Arapça’daki “mescit” kelimesi Türkçe’deki “cami”yle eşanlamlı. Bizim bu kelimeye yüklediğimiz anlam ise farklı. Mescit, halk arasında Cuma ve bayram namazlarının kılınmadığı küçük camilere verilen isim. İstanbul’daki mescitlerin ilk örnekleri genellikle tek mekândan oluşuyor; minbersiz ve minaresiz olarak inşa ediliyor. Tabii ki birçoğuna sonradan minber, minare, son cemaat yeri gibi ekler yapılıyor. Böylelikle mescit camiye dönüşmüş oluyor. Mescitlerin mahalle örgütlenmesinin de merkezinde olduğunu görüyoruz. Mahalle mescidin etrafında gelişiyor ve ismini bu mescitten alıyor. Bu gelenek Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürüyor.

İstanbul mescitleriyle ilgili yapılmış güncel belgeleme çalışması yok denecek kadar az. Rastlayabileceğiniz araştırmalar ya belirli bir döneme tarihlenen mescitlerin tasnifine dayalı ya tek yapı ölçeğinde yapılmış ya da güncelliğini yitirmiş. Bu konuyla ilgili bilgilerin toplu olarak bulunduğu ilk eser Ayvansarayî Hüseyin Efendi’nin 18. yüzyılın sonlarında yazmaya başladığı “Hadîkatü’l Cevâmi”. Tahsin Öz’ün 1962 yılında basılan “İstanbul Camileri” isimli iki ciltlik eseri ise Hadîkatü’l Cevâmi’de yer alan bilgilerin tasniflenmiş ve Türkçeleştirilmiş halini sunuyor. Dünden Bugüne İstanbul ve İslam ansiklopedileri de konuyla ilgilenenler için iki temel başvuru adresi. Bunun dışındaki kaynaklar belirli bir dönem içinde yapılmış mescitlerle ilgili bilgi veriyor. Örneğin Mimar Sinan’ın 16. yüzyılda İstanbul’da yaptığı mescitlerin listesi, haritaya işlenmiş halleri ve güncel durumlarına ÇEKÜL Vakfı’nın 2007 yılında yayımladığı “Mimar Sinan Eserleri İstanbul Gezi Haritası”ndan ulaşılabiliyor. Buradaki bilgilerin www.sinanasaygi.com sitesinde sürekli olarak güncellendiğini de hatırlatmakta fayda var. Belirli bir döneme ait belgeleme çalışmalarından biri de “Türkiye Arkeolojik Yerleşimler-TAY” projesinin 2007 yılında yayımladığı “Bizans Dönemi Marmara Bölgesi Yapı Envanteri” klasörü. Envanter her ne kadar Marmara Bölgesi’ndeki Bizans dönemi yapılarını odaklanıyorsa da, İstanbul’da mescide dönüştürülen yapılar hakkında bilgiler, kaynakça ve haritaya bu çalışmadan ulaşılabiliyor. Klasördeki bilgiler www.tayproject.org adresinden de izlenebiliyor.

Gelelim İstanbul’un mescitlerine… İlk örneklere İstanbul’un fethinin hemen ardından kurulan Müslüman mahallelerinde rastlıyoruz. Şartları her mahalleye yeni bir mescit yapmaya izin vermediği için, Bizans döneminin şapelleri (küçük kiliseleri), manastırlara ait işlevsiz kalmış yemekhane, kütüphane ve mezar yapıları yardıma yetişiyor. Bu yapıların eksikleri giderildikten sonra mahalle mescitlerine dönüştürülüyor. Topkapı’da Millet Caddesi yıkımları sırasında etrafındaki mahalle yıkılınca ortada kalan, sonrasında bir süre depo olarak kullanılan, bugün İETT garajı içinde kalan Manastır Mescidi, Kocamustafapaşa’daki Sancaktar Hayreddin Mescidi ve Atatürk Bulvarı açılırken yıkılan Unkapanı’ndaki Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi Fatih döneminde mescide dönüştürülen Bizans yapılarından...

Dönüştürülen mescitlerin yanında Osmanlı’nın inşa ettirdiği mescitler de var. Fatih’teki Âşık Paşa Mescidi, vakfiyesi 1467 tarihli Tahtakale’deki Timurtaş Mescidi ve vakfiyesi 1497 tarihli Şehzadebaşı’ndaki Burmalı Mescit, geçen yüzyıllar içinde çeşitli onarımlar geçirse de hâlâ özgünlüklerini koruyorlar. Bugün Şehzade Mehmet Külliyesi’nin gölgesinde kalan, Emin Nureddin Osman tarafından yaptırılan Burmalı Mescit, burmalı minaresiyle İstanbul’da hâlâ tek örnek.

II. Bayezid döneminde de Bizans yapılarının mescide dönüştürüldüğünü görüyoruz. Laleli’de günümüze ulaşmayan Balaban Ağa Mescidi, Karagümrük’te Kasım Ağa Mescidi, Zeyrek’teki Şeyh Süleyman Mescidi ve Ayvansaray’daki Toklu Dede Mescidi bu dönemin temsilcileri…

16. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’un çehresini değiştiren birçok imar faaliyetine rastlıyoruz. Külliyeler, saraylar, sukemerleri, köprüler inşa ediliyor. Tarihi yarımadanın ünlü silueti bu dönemde şekilleniyor ve İstanbul bir dünya başkenti haline geliyor. Bu büyük ve zahmetli faaliyetlerin altındaki imza, Hassa Mimarlar Ocağı’nın başı olan Mimar Sinan’a ait. Sinan görev yaptığı süre içinde irili ufaklı yüz mimari şaheser hediye ediyor İstanbul’a. Bu dönemde yapılan mescitlerin sadece 19’u geçirdikleri onarımlar sonucunda özgünlüklerini kaybederek günümüze ulaşıyor.

Kocamustafapaşa’daki Arakiyeci Ahmed Çelebi (Meşeli) Mescidi, Nişanca’daki 
Arpacıbaşı Mescidi, Davutpaşa Çivizadekızı ve Davutağa mescitleri, Defterdar’daki Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi, Kocamustafapaşa’daki Duhanizade ve Hacı Hamza mescitleri, Düğmeciler’deki Düğmeci Paşa Mescidi, Esekapı’daki Hadım İbrahim Paşa (Esekapı) Mescidi, Kasımpaşa’daki Hasan Çelebi ve Yahya Kethuda mescitleri, Draman’daki Karagümrük Emir Ali Çelebi Mescidi, Halıcıoğlu’ndaki Kaysunizade Mescidi, Hasköy’deki Kiremitçi Ahmet Çelebi Mescidi, Tophane’deki Memikethuda Mescidi, Hoca Üveyz’deki Mimarbaşı Sinan Ağa Mescidi, Büyükçekmece’deki Sokollu Mehmet Paşa Mescidi, Nişanca’daki Süleyman Subaşı Mescidi ve Karagümrük’teki Üçbaş Mescidi’ni Mimar Sinan’ın yaptığını dönemin tezkirelerinden (yapıların işlendiği defterlerden) anlıyoruz.

Bu 19 mescidin sadece birkaçı -onlar da tamamıyla değil bazı elemanlarıyla- Osmanlı’nın klasik dönem mimarisini yansıtıyor. Büyükçekmece’de minber minaresiyle ünlenen Sokollu Mehmet Paşa Mescidi ve Defterdar’daki Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi ve Mahmut Çelebi’nin açık türbesi hâlâ 16. yüzyılın izlerini taşıyor. Her ne kadar özgünlüğünü kaybetmiş olsa da Fatih Hoca Üveyz’deki Mimarbaşı Sinan Ağa Mescidi’ne de vurgu yapmak gerekiyor. Çünkü bu mescidin hem mimarı hem de banisi Mimar Sinan.

Yoğun imar faaliyetleri sırasında bazı mescitlerin yıkıldığını görüyoruz. Birazdan okuyacağınız 16. yüzyıla ait yıkım hikâyesi, günümüzün moda deyimiyle “parsel bazında bir dönüşüm projesi”. Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı ve veziriazamı Rüstem Paşa yaptıracağı cami için bir arsa ararken Eminönü’nde Hoca Attar Halil Ağa Mescidi’nin bulunduğu yeri görüp beğeniyor. Paşa, mescidin sökülerek başka yere taşınmasını, yerine de Mimar Sinan’ın tasarlayacağı camisinin yapılmasını istiyor. Tartışmalar sürerken, ahşap mescit çeşmeli minber minaresiyle birlikte sökülüyor ve Yenibahçe’deki yeni yerine kuruluyor. Bu olay halk arasında zaten sevilmeyen bir yönetici olan Rüstem Paşa’nın kötü ününe ün katıyor.

Bizans kiliselerinin mescide dönüştürülmesi 16. yüzyılda da sürüyor. Pammakaristos Manastırı’ndaki patrikhaneye yakınlığı nedeniyle 100 yılı aşkın bir süre rahibelerin kullanımına tahsis edilmiş Çarşamba’daki küçük kilise, 1586’da patrikhanenin buradan taşınmasının ardından Hıramî Ahmet Paşa tarafından mescide dönüştürülüyor. Yakın zaman önce betonla kaplanan çatısı dışında, mescidin her iki döneme ait özelliklerini koruduğunu söyleyebiliriz. 17. yüzyılın ikinci çeyreğinde mescide dönüştürülen Aziz Nikolas Kilisesi’nin hikâyesi diğerlerine göre çok ilginç… Türkiye’deki Bizans sanatı araştırmalarının duayeni kabul edilen Prof. Dr. Semavi Eyice’nin “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi”nin ilgili maddesinde aktardığına göre yapı bir dolandırıcılık hikâyesinin ardından mescit yapılıyor: 1475 yılında Osmanlı donanmasının fethettiği Kırım’daki Kefe halkının bir bölümü İstanbul’a getirilmiş. Ermeni ve Cenevizli Katoliklerden oluşan Kefelilerin bir bölümü Anadolu yakasında bugün Kefeliköy olarak anılan yere, kalanları ise Karagümrük çevresine yerleştirilmiş. İbadetlerini sürdürmeleri için sonradan Kefeli Mescidi’ne dönüştürülecek yapı tahsis edilmiş. Aziz Nikolas Kilisesi adı verilen yapının bulunduğu Karagümrük’e 1626 yılında “Çancı Keşiş” lakabıyla tanınan bir keşiş gelmiş. Keşiş, yanında getirdiği röliğin (kutsal eşya) ve padişaha sunacağı hediyenin Aziz Nikolas Kilisesi’nde görevli bir rahip tarafından çalındığını iddia etmiş. Fakat bu sırada keşişin çalındığını iddia ettiği rölik ve hediyeyle birlikte İstanbul’u terk ettiği söylentisi yayılmış. Mahalledeki Müslümanlar kilisenin kapısına kilit vurmuş. Hediyenin padişaha iletilmesini istemiş. Sorun çözümlenmeyince müftüyle birlikte kiliseye giren cemaat burada namaz kılmış ve kilise mescide çevrilmiş.

17. yüzyılda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Karaköy’de yaptırdığı bir caminin yerine, 1900’lü yılların başında bir mescit inşa edilmesi ve mescidin 1950’li yıllarda Menderes Yıkımları’yla sonlanan kaderi de, mescitlere verdiğimiz değerin anlaşılması bakımından hayli ilgi çekici. Yıkılmak üzere olan caminin arsasına bir mescit yapılmasına karar veriliyor. Tasarım işi dönemin ünlü mimarı Raimondo D’Aronco’ya sipariş ediliyor. D’Aronco, İstanbul’da o yıllarda mimaride egemen olan Art Nouveau akımının en güçlü temsilcisi. Dolayısıyla da yaptığı tasarım bu akımın yansımalarını taşıyor. 1903 yılında yapılan Karaköy Mescidi kısa zamanda Karaköy’ün simgelerinden biri oluyor. Ne var ki İstanbul’da birçok tarihi eserin yok olmasına neden olan yol açma çalışmaları Karaköy Mescidi’ni de etkiliyor. Aslında mescidin numaralandırılarak sökülmesi ve başka bir yere taşınması kararlaştırılıyor. Ancak 1950’li yılların sonunda sökülen taşlara bir daha rastlanmıyor. İstanbul mescitlerinin farklı örneklerinden biri, hem de sapasağlamken, yok olup gidiyor. 

Karaköy Mescidi’yle çağdaş Sirkeci’deki Hobyar Mescidi’nin tasarımındaki imza Vedad Tek’e ait. Birinci Ulusal Mimarlık akımının temsilcilerinden Mimar Vedad Tek’e, bugün “Büyük Postane” olarak bilinen “Posta ve Telgraf Nezareti Binası” yapımı sırasında, inşaatın köşesinde harap durumda olan Hobyar Mescidi’nin yenilenmesi teklif ediliyor. Vedad Tek’in erken Osmanlı dönemine öykünen tasarımı 1909 yılında inşa ediliyor. Bu yapı, Vedad Tek’in uygulanmış tek mescit projesi olma özelliğine sahip. Bir diğer özelliği de Birinci Ulusal Mimarlık akımının izlerini kaybetmeden günümüze kadar ulaşmış olması.

Bu tarihten itibaren Osmanlı’dan devraldığımız mimari gelenek yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Tahsin Öz’ün “İstanbul Camileri” isimli eserinin giriş bölümünde aktardığına göre hükümetin 1928 yılında aldığı tasarruf tedbirleri de bu süreci hızlandırıyor. Karara göre birbirine yakın cami ve mescitlerden cemaati az olanların görevlileri geri çekilerek kapılarına kilit vuruluyor. Bu seçim yapılırken yapıların tarihi özellikleri göz önünde tutulmuyor. Bazıları kiraya veriliyor ya da satılığa çıkarılıyor. Boş kalanlar da evsizlerin işgaline uğruyor. Prof. Dr. Semavi Eyice “Tarih Boyunca İstanbul” isimli eserinde, 1930-1950 yılları arasındaki İstanbul gazetelerinde kiralık veya satılık mescit ilanlarına sıkça rastlandığını bildiriyor. 1950-1960 yılları arası, İstanbul mescitlerinin en çok yıkıma uğradığı dönem. Barbaros Bulvarı, Beşiktaş-Karaköy arasındaki cadde, Atatürk Bulvarı, Vatan ve Millet caddeleri açılırken birçok tarihi eserle birlikte mescitler de sorgusuz sualsiz yok ediliyor. 1960’dan günümüze kadar uzanan döneme ise hiç çekinmeden “mescit ve cami mimarlığında görgüsüzlük akımı” ismini verebiliriz. Aslında bu, mimarların içinde olmadığı bir mimari akım! Bu topraklarda yüzyıllardır farklı örneklerini gördüğümüz mahalle mescitleri yerini, mimari projesi olmayan dört minareli, bol şerefeli, kocaman mahalle camilerine bırakıyor. Mahalleler arasında kim daha büyük cami yapacak yarışı hâlâ sürüyor.

Bu noktadan dönüp İstanbul’un yeni mescitlerine baktığımızda vahim bir manzarayla karşılaşıyoruz. Artık İstanbul’da mescit dendiğinde otogar, havaalanı, alışveriş merkezleri ve benzeri yerlerin dört duvardan oluşan odaları akla geliyor.

NTV'nin İstanbul Ansiklopedisi için 2009'da yazmıştım.