İstanbul’un mescitlerini tanımaya başlamadan önce mescidin
bu topraklara özel tanımını yapmakta fayda var. Zira Arapça’daki “mescit”
kelimesi Türkçe’deki “cami”yle eşanlamlı. Bizim bu kelimeye yüklediğimiz anlam
ise farklı. Mescit, halk arasında Cuma ve bayram namazlarının kılınmadığı küçük
camilere verilen isim. İstanbul’daki mescitlerin ilk örnekleri genellikle tek
mekândan oluşuyor; minbersiz ve minaresiz olarak inşa ediliyor. Tabii ki
birçoğuna sonradan minber, minare, son cemaat yeri gibi ekler yapılıyor. Böylelikle
mescit camiye dönüşmüş oluyor. Mescitlerin mahalle örgütlenmesinin de merkezinde
olduğunu görüyoruz. Mahalle mescidin etrafında gelişiyor ve ismini bu mescitten
alıyor. Bu gelenek Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürüyor.
İstanbul mescitleriyle ilgili yapılmış güncel belgeleme
çalışması yok denecek kadar az. Rastlayabileceğiniz araştırmalar ya belirli bir
döneme tarihlenen mescitlerin tasnifine dayalı ya tek yapı ölçeğinde yapılmış
ya da güncelliğini yitirmiş. Bu konuyla ilgili bilgilerin toplu olarak
bulunduğu ilk eser Ayvansarayî Hüseyin Efendi’nin 18. yüzyılın sonlarında
yazmaya başladığı “Hadîkatü’l Cevâmi”. Tahsin Öz’ün 1962 yılında basılan
“İstanbul Camileri” isimli iki ciltlik eseri ise Hadîkatü’l Cevâmi’de yer alan
bilgilerin tasniflenmiş ve Türkçeleştirilmiş halini sunuyor. Dünden Bugüne
İstanbul ve İslam ansiklopedileri de konuyla ilgilenenler için iki temel
başvuru adresi. Bunun dışındaki kaynaklar belirli bir dönem içinde yapılmış
mescitlerle ilgili bilgi veriyor. Örneğin Mimar Sinan’ın 16. yüzyılda İstanbul’da
yaptığı mescitlerin listesi, haritaya işlenmiş halleri ve güncel durumlarına
ÇEKÜL Vakfı’nın 2007 yılında yayımladığı “Mimar Sinan Eserleri İstanbul Gezi
Haritası”ndan ulaşılabiliyor. Buradaki bilgilerin www.sinanasaygi.com sitesinde sürekli
olarak güncellendiğini de hatırlatmakta fayda var. Belirli bir döneme ait
belgeleme çalışmalarından biri de “Türkiye Arkeolojik Yerleşimler-TAY”
projesinin 2007 yılında yayımladığı “Bizans Dönemi Marmara Bölgesi Yapı
Envanteri” klasörü. Envanter her ne kadar Marmara Bölgesi’ndeki Bizans dönemi
yapılarını odaklanıyorsa da, İstanbul’da mescide dönüştürülen yapılar hakkında
bilgiler, kaynakça ve haritaya bu çalışmadan ulaşılabiliyor. Klasördeki
bilgiler www.tayproject.org adresinden
de izlenebiliyor.
Gelelim İstanbul’un mescitlerine… İlk örneklere İstanbul’un
fethinin hemen ardından kurulan Müslüman mahallelerinde rastlıyoruz. Şartları
her mahalleye yeni bir mescit yapmaya izin vermediği için, Bizans döneminin
şapelleri (küçük kiliseleri), manastırlara ait işlevsiz kalmış yemekhane,
kütüphane ve mezar yapıları yardıma yetişiyor. Bu yapıların eksikleri
giderildikten sonra mahalle mescitlerine dönüştürülüyor. Topkapı’da Millet
Caddesi yıkımları sırasında etrafındaki mahalle yıkılınca ortada kalan, sonrasında
bir süre depo olarak kullanılan, bugün İETT garajı içinde kalan Manastır
Mescidi, Kocamustafapaşa’daki Sancaktar Hayreddin Mescidi ve Atatürk Bulvarı
açılırken yıkılan Unkapanı’ndaki Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi Fatih döneminde
mescide dönüştürülen Bizans yapılarından...
Dönüştürülen mescitlerin yanında Osmanlı’nın inşa ettirdiği
mescitler de var. Fatih’teki Âşık Paşa Mescidi, vakfiyesi 1467 tarihli Tahtakale’deki
Timurtaş Mescidi ve vakfiyesi 1497 tarihli Şehzadebaşı’ndaki Burmalı Mescit,
geçen yüzyıllar içinde çeşitli onarımlar geçirse de hâlâ özgünlüklerini
koruyorlar. Bugün Şehzade Mehmet Külliyesi’nin gölgesinde kalan, Emin Nureddin
Osman tarafından yaptırılan Burmalı Mescit, burmalı minaresiyle İstanbul’da
hâlâ tek örnek.
II. Bayezid döneminde de Bizans yapılarının mescide
dönüştürüldüğünü görüyoruz. Laleli’de günümüze ulaşmayan Balaban Ağa Mescidi, Karagümrük’te
Kasım Ağa Mescidi, Zeyrek’teki Şeyh Süleyman Mescidi ve Ayvansaray’daki Toklu
Dede Mescidi bu dönemin temsilcileri…
16. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’un çehresini değiştiren birçok
imar faaliyetine rastlıyoruz. Külliyeler, saraylar, sukemerleri, köprüler inşa
ediliyor. Tarihi yarımadanın ünlü silueti bu dönemde şekilleniyor ve İstanbul bir
dünya başkenti haline geliyor. Bu büyük ve zahmetli faaliyetlerin altındaki
imza, Hassa Mimarlar Ocağı’nın başı olan Mimar Sinan’a ait. Sinan görev yaptığı
süre içinde irili ufaklı yüz mimari şaheser hediye ediyor İstanbul’a. Bu
dönemde yapılan mescitlerin sadece 19’u geçirdikleri onarımlar sonucunda
özgünlüklerini kaybederek günümüze ulaşıyor.
Kocamustafapaşa’daki Arakiyeci Ahmed Çelebi (Meşeli)
Mescidi, Nişanca’daki
Arpacıbaşı Mescidi, Davutpaşa Çivizadekızı ve Davutağa
mescitleri, Defterdar’daki Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi,
Kocamustafapaşa’daki Duhanizade ve Hacı Hamza mescitleri, Düğmeciler’deki
Düğmeci Paşa Mescidi, Esekapı’daki Hadım İbrahim Paşa (Esekapı) Mescidi, Kasımpaşa’daki
Hasan Çelebi ve Yahya Kethuda mescitleri, Draman’daki Karagümrük Emir Ali
Çelebi Mescidi, Halıcıoğlu’ndaki Kaysunizade Mescidi, Hasköy’deki Kiremitçi
Ahmet Çelebi Mescidi, Tophane’deki Memikethuda Mescidi, Hoca Üveyz’deki
Mimarbaşı Sinan Ağa Mescidi, Büyükçekmece’deki Sokollu Mehmet Paşa Mescidi,
Nişanca’daki Süleyman Subaşı Mescidi ve Karagümrük’teki Üçbaş Mescidi’ni Mimar
Sinan’ın yaptığını dönemin tezkirelerinden (yapıların işlendiği defterlerden)
anlıyoruz.
Bu 19 mescidin sadece birkaçı -onlar da tamamıyla değil bazı
elemanlarıyla- Osmanlı’nın klasik dönem mimarisini yansıtıyor. Büyükçekmece’de
minber minaresiyle ünlenen Sokollu Mehmet Paşa Mescidi ve Defterdar’daki
Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi ve Mahmut Çelebi’nin açık türbesi hâlâ 16. yüzyılın
izlerini taşıyor. Her ne kadar özgünlüğünü kaybetmiş olsa da Fatih Hoca
Üveyz’deki Mimarbaşı Sinan Ağa Mescidi’ne de vurgu yapmak gerekiyor. Çünkü bu
mescidin hem mimarı hem de banisi Mimar Sinan.
Yoğun imar faaliyetleri sırasında bazı mescitlerin
yıkıldığını görüyoruz. Birazdan okuyacağınız 16. yüzyıla ait yıkım hikâyesi,
günümüzün moda deyimiyle “parsel bazında bir dönüşüm projesi”. Kanuni Sultan
Süleyman’ın damadı ve veziriazamı Rüstem Paşa yaptıracağı cami için bir arsa
ararken Eminönü’nde Hoca Attar Halil Ağa Mescidi’nin bulunduğu yeri görüp
beğeniyor. Paşa, mescidin sökülerek başka yere taşınmasını, yerine de Mimar
Sinan’ın tasarlayacağı camisinin yapılmasını istiyor. Tartışmalar sürerken,
ahşap mescit çeşmeli minber minaresiyle birlikte sökülüyor ve Yenibahçe’deki
yeni yerine kuruluyor. Bu olay halk arasında zaten sevilmeyen bir yönetici olan
Rüstem Paşa’nın kötü ününe ün katıyor.
Bizans kiliselerinin mescide dönüştürülmesi 16. yüzyılda da
sürüyor. Pammakaristos Manastırı’ndaki patrikhaneye yakınlığı nedeniyle 100
yılı aşkın bir süre rahibelerin kullanımına tahsis edilmiş Çarşamba’daki küçük
kilise, 1586’da patrikhanenin buradan taşınmasının ardından Hıramî Ahmet Paşa tarafından
mescide dönüştürülüyor. Yakın zaman önce betonla kaplanan çatısı dışında,
mescidin her iki döneme ait özelliklerini koruduğunu söyleyebiliriz. 17. yüzyılın
ikinci çeyreğinde mescide dönüştürülen Aziz Nikolas Kilisesi’nin hikâyesi
diğerlerine göre çok ilginç… Türkiye’deki Bizans sanatı araştırmalarının
duayeni kabul edilen Prof. Dr. Semavi Eyice’nin “Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi”nin ilgili maddesinde aktardığına göre yapı bir dolandırıcılık
hikâyesinin ardından mescit yapılıyor: 1475 yılında Osmanlı donanmasının
fethettiği Kırım’daki Kefe halkının bir bölümü İstanbul’a getirilmiş. Ermeni ve
Cenevizli Katoliklerden oluşan Kefelilerin bir bölümü Anadolu yakasında bugün
Kefeliköy olarak anılan yere, kalanları ise Karagümrük çevresine yerleştirilmiş.
İbadetlerini sürdürmeleri için sonradan Kefeli Mescidi’ne dönüştürülecek yapı
tahsis edilmiş. Aziz Nikolas Kilisesi adı verilen yapının bulunduğu Karagümrük’e
1626 yılında “Çancı Keşiş” lakabıyla tanınan bir keşiş gelmiş. Keşiş, yanında
getirdiği röliğin (kutsal eşya) ve padişaha sunacağı hediyenin Aziz Nikolas
Kilisesi’nde görevli bir rahip tarafından çalındığını iddia etmiş. Fakat bu
sırada keşişin çalındığını iddia ettiği rölik ve hediyeyle birlikte İstanbul’u
terk ettiği söylentisi yayılmış. Mahalledeki Müslümanlar kilisenin kapısına
kilit vurmuş. Hediyenin padişaha iletilmesini istemiş. Sorun çözümlenmeyince
müftüyle birlikte kiliseye giren cemaat burada namaz kılmış ve kilise mescide
çevrilmiş.
17. yüzyılda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Karaköy’de
yaptırdığı bir caminin yerine, 1900’lü yılların başında bir mescit inşa
edilmesi ve mescidin 1950’li yıllarda Menderes Yıkımları’yla sonlanan kaderi
de, mescitlere verdiğimiz değerin anlaşılması bakımından hayli ilgi çekici. Yıkılmak
üzere olan caminin arsasına bir mescit yapılmasına karar veriliyor. Tasarım işi
dönemin ünlü mimarı Raimondo D’Aronco’ya sipariş ediliyor. D’Aronco,
İstanbul’da o yıllarda mimaride egemen olan Art Nouveau akımının en güçlü
temsilcisi. Dolayısıyla da yaptığı tasarım bu akımın yansımalarını taşıyor.
1903 yılında yapılan Karaköy Mescidi kısa zamanda Karaköy’ün simgelerinden biri
oluyor. Ne var ki İstanbul’da birçok tarihi eserin yok olmasına neden olan yol
açma çalışmaları Karaköy Mescidi’ni de etkiliyor. Aslında mescidin
numaralandırılarak sökülmesi ve başka bir yere taşınması kararlaştırılıyor. Ancak
1950’li yılların sonunda sökülen taşlara bir daha rastlanmıyor. İstanbul
mescitlerinin farklı örneklerinden biri, hem de sapasağlamken, yok olup
gidiyor.
Karaköy Mescidi’yle çağdaş Sirkeci’deki Hobyar Mescidi’nin
tasarımındaki imza Vedad Tek’e ait. Birinci Ulusal Mimarlık akımının
temsilcilerinden Mimar Vedad Tek’e, bugün “Büyük Postane” olarak bilinen “Posta
ve Telgraf Nezareti Binası” yapımı sırasında, inşaatın köşesinde harap durumda
olan Hobyar Mescidi’nin yenilenmesi teklif ediliyor. Vedad Tek’in erken Osmanlı
dönemine öykünen tasarımı 1909 yılında inşa ediliyor. Bu yapı, Vedad Tek’in
uygulanmış tek mescit projesi olma özelliğine sahip. Bir diğer özelliği de
Birinci Ulusal Mimarlık akımının izlerini kaybetmeden günümüze kadar ulaşmış
olması.
Bu tarihten itibaren Osmanlı’dan devraldığımız mimari
gelenek yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Tahsin Öz’ün “İstanbul Camileri”
isimli eserinin giriş bölümünde aktardığına göre hükümetin 1928 yılında aldığı
tasarruf tedbirleri de bu süreci hızlandırıyor. Karara göre birbirine yakın
cami ve mescitlerden cemaati az olanların görevlileri geri çekilerek kapılarına
kilit vuruluyor. Bu seçim yapılırken yapıların tarihi özellikleri göz önünde
tutulmuyor. Bazıları kiraya veriliyor ya da satılığa çıkarılıyor. Boş kalanlar
da evsizlerin işgaline uğruyor. Prof. Dr. Semavi Eyice “Tarih Boyunca İstanbul”
isimli eserinde, 1930-1950 yılları arasındaki İstanbul gazetelerinde kiralık
veya satılık mescit ilanlarına sıkça rastlandığını bildiriyor. 1950-1960
yılları arası, İstanbul mescitlerinin en çok yıkıma uğradığı dönem. Barbaros
Bulvarı, Beşiktaş-Karaköy arasındaki cadde, Atatürk Bulvarı, Vatan ve Millet
caddeleri açılırken birçok tarihi eserle birlikte mescitler de sorgusuz sualsiz
yok ediliyor. 1960’dan günümüze kadar uzanan döneme ise hiç çekinmeden “mescit
ve cami mimarlığında görgüsüzlük akımı” ismini verebiliriz. Aslında bu,
mimarların içinde olmadığı bir mimari akım! Bu topraklarda yüzyıllardır farklı
örneklerini gördüğümüz mahalle mescitleri yerini, mimari projesi olmayan dört
minareli, bol şerefeli, kocaman mahalle camilerine bırakıyor. Mahalleler
arasında kim daha büyük cami yapacak yarışı hâlâ sürüyor.
Bu noktadan dönüp İstanbul’un yeni mescitlerine baktığımızda
vahim bir manzarayla karşılaşıyoruz. Artık İstanbul’da mescit dendiğinde otogar,
havaalanı, alışveriş merkezleri ve benzeri yerlerin dört duvardan oluşan odaları
akla geliyor.
NTV'nin İstanbul Ansiklopedisi için 2009'da yazmıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder