16 Mart 2012 Cuma

TÜRKİYE'NİN RESMİNİ ÇEKTİM!

Türkiye'nin resmini yapabilir misin Görkem, diye sordular... Ben de yapamam ama fotoğrafını çekebilirim dedim. Gittim, Türkiye'nin resmini çektim.


2012 yılında Türkiye


14 Mart 2012 Çarşamba

ÇARŞI ÇÖKERSE KENT ÇÖKER

Uzun zamandır sevgili kütüğe yazı koymuyordum. Sandıkta bekleyenlerden birini sizlerle paylaşmak istedim. 19 Şubat 2009'da Prof. Dr. Metin Sözen'le yapılmış bir söyleşi...  İMÇ üzerine...

İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nı konuşmaya başlamadan önce bu çarşıya ortam hazırlayan sürece de göz atmak gerekiyor diye düşünüyorum. Çarşı yapıldığı dönemde İstanbul’da nasıl bir mimarlık ortamı vardı? Yapıldıktan sonra bu ortamı nasıl etkiledi?

Aslında çarşı yarım yüzyıllık bir serüven… Bu serüvenin ilginç olan tarafı 1950 sonrasının mimarlık ortamını da çok iyi nitelemesi. Biliyorsunuz bu tarihten önce İkinci Ulusal Mimari egemendi. Bu dönemin konumuzla ilintili bir tarafı da var. O da Hıfzıssıha Enstitüsü’nün İMÇ’nin yanındaki taş binası... Bu bina, aynı Fen-Edebiyat Fakültesi, Radyo Evi ve Taşlık Kahvesi gibi 1940-1950 yılları arasının anlayışına uygun yapıldı. İttihat Terakki’yle gelen son Osmanlı etkilerini, 1923 sonrasındaki Cumhuriyet’in ilk yıllarında, o dönemin ünlü mimarları geçmişle bugün arasında bağ kurmak için kullandılar. Cephe anlayışı, taş malzemenin öne çıkması, saçaklar ve benzeri öğeler İkinci Ulusal Mimari’nin serüveninde Türkiye’ye ve doğal olarak da İstanbul’a egemen olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması, bazı olanakların kısıtlanması, hem düşünsel anlamda hem de mimarlık ortamında değişikliklere yol açtı. Ama 1950 sonrasında Türkiye dünyadaki tüm gelişmelere daha açıktı. Her türlü yaygın mimarlık akımlarının Türkiye’ye yansıması doğaldı, sistem de ona elveriyordu. Çünkü çok partili sisteme geçilmişti. Bu dönem İkinci Ulusal Mimarlık akımının hemen hemen sonu anlamına geliyordu. O açıdan olayları bu bütün içinde ve bu altyapıyla beraber düşünmek gerekiyor.

Bu girişi yapmamın nedeni çok açık, çünkü Manifaturacılar Çarşısı’nın bulunduğu alan çok ilginç bir görsel, çok ilginç bir tarihsel sürecin işareti; İstanbul’un tarihsel evrelerinin tümünü çarşının çevresinde okumak mümkün. Bozdoğan Su Kemeri, bugün Fatih Belediyesi’nin onardığı sarnıçla bir Bizans dokusu, o dokunun içine girmiş Osmanlı’nın fetihten sonra yaptığı küçük-büyük mimarlık ürünleriyle oluşan geleneksel bir ortam vardı. Bu ortamın çeşitli şekillerde değerlendirmeye alınması sırasında kemerden Unkapanı’na yol açılması ortaya çıkınca, Manifaturacılar Çarşısı’nın bulunduğu arazi de tartışma konusu olmaya ve gündeme gelmeye başladı. O dönemi çok iyi anımsıyorum. Hem o bölgeden çok geçiyordum hem olayların içinde ve tartışmasında vardım.

Hem şehircilik hem de mimar yarışmasını izleme şansınız oldu. Mimarlar ve mimarlık tarihçilerinin İMÇ ile ilgili düşünceleri nelerdi? Birinci gelen proje hakkında neler söylendi?

Bu sürece dikkatlice bakılırsa, bu alan nasıl bir geçmişe sahip sorusu sorulduğunda akla yukarıda anlattığım yerler geliyor. Yani burası özel bir alan, her devrin ürünü var. Baktığınızda Roma kemerinin neden vadiyi kemerlerle geçtiğini anlıyorsunuz. Onun dibine Kanuni’nin ilk büyük yapısının Şehzade Mehmet Külliyesi’nin gelip oturduğunu ve yanında da daha önceden yapılmış burmalı minareyi görüyorsunuz. Devletin ileri gelenlerinin çeşitli yapılarının bu bölgede dağıtılmış olduğunu algılıyorsunuz. Fakat en belirgin, en güçlü öğe ise Süleymaniye Külliyesi... O gün herkesin tartışmasız ortaya koyduğu nokta, Süleymaniye Külliyesi’yle burada yapılacak herhangi bir etkinliğin nasıl birbiriyle uyum sağlayacağı, nasıl yaklaşılırsa doğru olacağıydı. Türkiye’de ve dünyada da yıllarca yer etmiş ünlü mimarların yapıtlarının yer aldığı İstanbul’a günümüz mimarlarının nasıl bakacağı çok önemliydi.

Toplum olarak özel bir noktaya, özel biçimde yaklaşmamız ve 1950 sonrasının gelişen mimarisi içinde acaba hangi noktaları göz önünde tutmamız, neleri düşünmemiz ve tartışmamız gerekiyordu? Süleymaniye Külliyesi, Bozdoğan Kemeri ve geleneksel konutların oluşturduğu mahallelerinin bulunduğu bu dokuya ne kadar yoğunlukta bir yaklaşım olması düşünülüyordu? Bu konular Manifaturacılar Çarşısı için açılan yarışma boyunca konuşulan temel noktalardı. Çarşı yapılırken yanlış yapılmaması gerektiği çok açıktı.

Doğan Tekeli ve Sami Sisa dostlarımızın projesinin yarışmayı kazanması hepimizi mutlu etti. Çünkü çevreye çok duyarlıydı. Bu açıdan Doğan Tekeli ve Sami Sisa’nın tasarımı çok başarılıydı. Burada ikinci bir nokta, çevreyi dikkatle izlemenin ve çevrenin ağırlık noktalarını iyi hesap etmenin yanı sıra burada gerçekleşecek ticari eylemleri çeşitli avlular, geçmişten kalan çeşme, mescit, şadırvan gibi çeşitli parçalarla bütünleştiren ve çözen bir proje olarak da doğrusu hepimizin üzerinde dikkatle durduğumuz ve benimsediğimiz bir proje oldu. Ancak proje başka bir şey, uygulama ve sonrası başka bir şey. Projenin kendisi doğruydu. Bunun kanıtını hemen karşısında zaman içinde yapılan Sedat Hakkı Eldem’in Sosyal Sigortalar binasıdır. Manifaturacılar Çarşısı’nın doğru yaklaşımı, Sedat Hakkı Eldem’in Sosyal Sigortalar Binası’na o bölgede sağlıklı oturabilme şansı yarattı; Sosyal Sigortalar Binası sonraki bir dönemin ve tartışmanın ürünü olarak uluslararası Aga Khan ve diğer ödülleri aldı. Manifaturacılar Çarşısı’nda farklı yüksekliklerle yoğun bir doku elde edilseydi Sedat Hakkı Eldem’in binası çevresiyle bu kadar uyumlu olamazdı. Hatta yanındaki Sosyal Sigortalar’ın eski binası o da çok başarılı değildi. Onun Gazanfer Ağa Medresesi ve Bozdoğan Kemeri’yle olan ilişkisi de çok sağlıklı kurulmamıştı.

Proje ve uygulama tamamlandıktan sonra, sizin yukarıda “proje başka bir şey, uygulama ve sonrası başka bir şey” diye özetlediğiniz konuda duyduğunuz endişeler gerçekleşti mi?

Çarşı yöneticileri, sağlıklı ve bağlayıcı bir yönetmelik ve bir yönetim biçimini sürekli kılamadıkları için önce büyük büyük levhalar, ardından inanılmaz görsel kirlilik sağlayıcı eklerle mimarların çok üzüldüğü bir kullanım yanlışlığının uzun yıllar devam etmesi görünür bir yanlışlıktır. Birçok konuşmamda şunu belirttim: Yapmak önemli değil! Kullanıcının yapıya uygun bir yaşam biçimi, dikkat ve irade göstermesi, mimarların yaptığından daha zor bir iştir. Kullanıcıları disiplin altında almak için hazırlanan yönetmelikler de yetmez, bu yönetmeliği kullanıcıların içlerine sindirmesi gerekir. Kısa sürede, her yerde olduğu gibi biz de çarşıyı bir anlamda çorbaya çevirdik. Fakat zaman zaman iyi niyetlerle çarşının yüzünün temizlendiğini, ihtiyaç duyulan yerlerinin onarıldığını da görüyorum. Ancak bunu sürekli kılmak şart! 

Bu gelenek günümüzde de sağlanabilmiş değil. Ben havaalanına giderken yol kenarındaki yeni binalara taşınmış diğer esnaf gruplarının binalarına bakıyorum. Manifaturacılar Çarşısı’ndan çok sonra yapılmış bu binalarda da aynı levha kirliliğini görüyorum. Ne kadar büyük levha asabilirim, ne kadar cephemi mahvedebilirim yarışı içindeler. Maalesef bu görsel kirlilikten rahatsız olmuyoruz.

Manifaturacılar Çarşısı çok yönlü düşünülmüştü. Toptancıların mallarının kolayca indirip-bindirmeleri, kolayca ulaşılabilir bir noktada olmasının yanı sıra dönemin önemli plastik sanatçılarına, önemli kimliklere alanlar verildi. Buraya gelenlerin, Süleymaniye Külliyesi, Bozdoğan Kemeri, Zeyrek’teki sarnıç gibi tarihi yapıların yanında çağdaş sanatçıların ürünlerini de görerek, dünü bugüne bağlayan ince bir tasarımın içinden geçerek alışverişlerini tamamlamaları istendi. Ancak sanatçıların gösterdiği özene karşı uzun yıllar eserler bakımsız kaldı. Bizim için bir üzüntü kaynağı doğdu. Neyse ki son yıllarda eserlerin temizlendiğini, eksikliklerinin giderildiğini gördük.

Gazanfer Ağa Medresesi’nin içindeki objeler, Bedrettin Dalan zamanında benim çabalarımla, onarılarak Yıldız’daki Şehir Müzesi’ne teşhire gönderildi. Medrese, Karikatürcüler Derneği’nin merkezi haline getirildi. Bugün Hıfzıssıhha Enstitüsü temizlendi ve bulvarda sarnıç onarılıyor. Enstitünün yanındaki tiyatroyu Büyükşehir Belediyesi yeniliyor. Böyle bir ortamda, birçok tarihi öğenin bulunduğu ana aksta caddeyle arasında önceden çok iyi düşünülmüş ama daha sonradan çeşitli düzenlemelerle bozulmuş ilişkinin yeniden ele alınması gerekiyor. Oradaki otobüs durakları ve otopark alanlarının planlaması yapılarak yok olan ilişkinin canlandırılması çarşı yönetiminin çok önemle üstünde durması gereken bir konu. Bunun yanında, malların depolara ulaşımı konusunda çağdaş sistemlerin çarşıya adapte edilmesi de önemli.

Prof. Dr. Metin Sözen

Büyükşehir Belediyesi ile çarşı esnafı arasında çıkan uyuşmazlık için yargı yoluna başvuruldu. Bildiğiniz gibi belediye çarşıyı yıkıp buraya elli prestij konutu yapmak istiyordu. Mahkeme çarşı esnafı lehine sonuçlandıktan sonra belediyenin Danıştay’a yaptığı itirazı, Danıştay 2008 yılı sonunda reddetti. Belediyenin, çarşı esnafının fikrini almadan geliştirdiği prestij konutları projesi hakkında siz neler düşünüyorsunuz.

Büyükşehir Belediyesi’nin burada yeniden bir plan değişikliğine giderek bu alanda konut yapmak istemesi karşısında bu konuyla ilgili esnaf örgütünün bir güç birliğine gitmeleri sevindiricidir. Gönül ister ki hiç böyle bir değişiklik olmasın.

Burası derli toplu olursa, itiş-kakış önlenirse, akış sağlam olursa çarşının kazancı artacaktır. Kullanıcılar bunaltıcı bir ortamda ticaret yapmak istemezler. Aksine ferah, dikkatli, nefes alıcı, dinlendirici bir kabul beklerler. İstanbul’a bir sürü uluslararası şirket geldi, kapalı alışveriş merkezleri yaptı ve inanılmaz paralar kazanıyorlar. Biz bunun en güzel örneğini ortaya yıllar önce koymuşuz; açık havada, avlulu bir mekânda Süleymaniye’ye bakarak oturacağımız, alışveriş yapacağımız büyük bir çarşı yaratmışız. Doğrusu burada yarışmayı açanlara ve hem de mimarlarımıza teşekkür borçluyuz.

Şimdi buranın dinamiklerini arttırarak yaşama şansını dikkatli ve düzeyli olarak güçlendireceğimize, buraya konut yapmayı düşünüyoruz. Konut yapmak istiyorsak, elli yıldır mücadele ettiğimiz, çeşitli biçimlerde uluslararası ortamlara taşımaya çalıştığımız Süleymaniye çevresindeki geleneksel konutların yangınlarla otopark açma, kötü kullanma süreçlerine el atmak gerekir. Geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili projeler üretilmeye başlandı. Esas olan bu bölgeyi canlandırmaktır. Çarşının yerine yapacağımız, sonuçlarının nereye gideceğini bilmediğimiz bir sistem yerine, Manifaturacılar Çarşısı’nın ayağa kaldırılması daha doğru bir yaklaşım olarak gözüküyor. Bu noktada bu işin yargıya götürülmesini de üzüntü verici olarak görüyorum. Mahkemeler, Ankara’ya gidiş-gelişler, itirazlar sahiden acı verici. Buna ne gerek var? Bu tip mahkeme süreçleri, uzun yıllar önce yapılmış olan bir eserin düzene sokulması işini unutturuyor. Bunun iyi bir ders olarak görülmesi gerekir.

Bu imar planı değişikliğine gitmek isteyenler Süleymaniye ve çevresine böyle duyarlı yaklaşmış Manifaturacılar Çarşısı projesinin bir dönemin mimarlığının ürünü olduğunu unutmasınlar! Doğan Tekeli ve Sami Sisa’nın içinde bulunduğu zor koşullarda, dünyanın ve Türkiye’nin yaşadığı mimarlık ortamının yansıması olarak yaptıkları bu binayı yıkmayı düşünmek çok rahatsız edici bir durum. Çünkü bu da bir sürecin, bir anlayışın parçasıdır.

17. yüzyıl, Kanuni’nin 16. yüzyılda yaptırdığı yapıları yıksaydı bugün nasıl bir dünya olurdu? Bugün böyle düşünüyorum deyip ertesi gün yapmaya kalkmak fevkalade cesur bir girişim. Bu girişim; bilim ve kültür dünyasına, orayı kullanan esnaflara, müşterilere dikkatsizliği ve saygısızlığı içeriyor. Bunu sık sık görüyoruz. Bizim yıllardır mücadele ettiğimiz Anadolu’daki kentlerde böyle bir yanlışlığa düşmeye, böyle bir savaş alanı açmaya, insanları birbirine düşürmeye asla izin vermeyeceğiz. Bu, şundan çıkıyor: Yeteri kadar tartışmıyoruz. Bilgiyi birbirimizden saklıyoruz. Sakladığımız şey başımıza iş açıyor. Açtıktan sonra düşünmeye başlayıp, yaptığımız yanlışta direniyoruz. Türkiye bu kadersizlikten çıkamadı.

Son olarak söylemek istediğim şu: Kullanıcı kullandığı yeri düzgün kullanacak. Safranbolu’da koruma hareketine başlarken “sokakların yüzü hepimizin, evlerin içi sizin” dedik. Çarşıda da dışarıda oturulacak, kalkılacak, gezilecek tüm mekânlar hepimizin, dükkânların içi de çarşı esnafının. Bu durum iyi bir şekilde disipline edilirse daha önce de belirttiğim gibi hem kullanıcının rahatlıkla alışveriş etmesi, nefes alması sağlanır, hem de çarşının kazancı artar.

Şimdi büyük bir yarış başladı. Büyük çarşılar, alışveriş merkezleri kuruluyor. Manifaturacılar Çarşısı İstanbul’daki ilk örnek olmasından dolayı bu süreçte daha dikkatli ve akıllı davranmalıdır. Öncü rolünü yitirmemelidir. Ben mimar arkadaşlarımın çoğunun, yapılarının gelecekleri hakkında ne kadar üzüldüklerini çok iyi bilirim. Şevki Balmumcu diye bir mimar vardı. Ankara Sergi Evi’ni yapmıştı. Sonra aynı binanın Paul Bonatz zamanında operaya çevrilmesi sırasında Seyfi Arkan, özenle yaptığı binanın bambaşka bir hale gelmesi yüzünden sağlığını ve aklını yitirdi; uzun yıllar üretkenliğini kaybetti. Manifaturacılar Çarşısı’nı yıkma fikri topluma karşı bir ayıptır. Bu yapıyı üreten insanlar daha yaşarken, ürettiklerinin ortadan kaldırılmasının önerilmesi acı vericidir. En önemlisi de buranın yıkılması bizim hiçbir ürüne saygımız olmayışının da bir işareti olur. Toplumumuz buna layık değildir. Tarihimizle ve geçmişimizle sürekli övünüyoruz. Geçmişimizi günümüzle bağlayan tüm noktaları yok ediyorsak o zaman bilinçli bir toplum değiliz.

Çarşının günümüzdeki ve gelecekteki kullanımıyla ilgili bir sorum olacak. 2010 yılında İstanbul Avrupa’nın kültür başkenti olacak. Hepimizin de bildiği gibi İstanbul bu organizasyonu kaldırabilecek çağdaş kültür-sanat mekânlarına sahip değil. Sizin de başında bulunduğunuz süreçle beraber Atatürk Kültür Merkezi yenileniyor. Büyükşehir Belediyesi Lütfi Kırdar Kültür Merkezi’ni genişletiyor. Ancak ortak kanı, bu mekânların 2010 yılına yetiştirilmesinin İstanbul’daki açığı kapatamayacağı noktasında. Bu çerçevede Manifaturacılar Çarşısı alternatif bir mekân olarak düşünülebilir mi?

Gayet açık. Diyelim yüzlerce kişi bir araya geldi bu çarşıyı üretti. Ama o zaman İstanbul’un nüfusu birkaç milyondu. Şimdi on iki milyonun üstüne çıktı. Demek ki kapasiteyle ve kullanımla ilgili büyük bir baskı öğesi gelip gündemimize oturdu. Başta düşünülen işlevler, perakendeciliğin devreye girmesiyle zaman içinde değişti. Bu normaldir. Burada çarşının çok duyarlı olması lazım. Artı değerler ve baskılar geldiği zaman, nereye kadar burası kaldırabilir, bunu hesaplamak önemlidir. Kapasitesinin üstüne çıkan yerler kendi kendini boğar, yok eder. Bunun çok ince bir noktası vardır. Yöneticiler tarafından bu doyum noktasının çok iyi hesap edilmesi lazım. Kazancımızı arttıracağız derken, orada bulunma nedenleri ortadan kalkabilir.

En önemli nokta, artık yöneticilerin çok farklı bir bakış açısına sahip olmaları lazım. Ne demek o? Yöneticilerin çarşıyı sadece gündüzleri alışveriş yapılan bir yer olarak görmemesi lazım. Ciddi bir dünya kentinde böyle çarşılar gece aydınlatılarak çeşitli sanatsal-kültürel aktivitelere ev sahipliği yapıyor. Yeni sanatsal-kültürel aktiviteleri, çarşının gece de yaşayacağı bir şekilde hayata geçirdiğiniz zaman burası farklı bir yere gelir. Yeri çok özel ve değerli… Zaten o yüzden çarşının yıkılması düşünülüyor. O yüzden çarşıya yeni bir senaryo yazmak gerekiyor. Yeni koşulların, yeni olanakların ve yeni yoğunlukların dikkate alınarak, çarşının gece-gündüz sanatsal etkinliklere açılması, burada yapılan alışverişin niteliğini de arttıracaktır.

Siz konuşmalarınızda çarşıların kentlerin merkezi olduğuna, çarşı çökerse kentin çökeceğine değiniyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Manifaturacılar Çarşısı hakkında söylediklerime tekrarlayacak olursam, projenin kazanılmasının temel üç noktası var. Bir, yapının çevresine duyarlılığı… İki, çarşının içinde gelenekten gelen bazı alışkanlıklarımızın çağdaş yaklaşımlarla rahatça yapılabilmesi... Üç, sürekli yeni dinamiklere olanak vermesi…

Çarşıyı oluşturan birimler genel özellikleriyle ayakta duruyor. Ancak ortak mekânlarımız biraz plansız, programsız... Mimarına sorulmadan yapılmış olmasından ileri gelen bazı kopukluklar var. Gelenekten gelen bir çarşının 20. yüzyılın ortasındaki yorumunu algılayabileceğimiz ortak alanlarda zorlama olmuş. Çarşı çöktü mü kent çöker, gelir kaynaklarımız biter demek, çarşılara taşıyamayacağı kadar bir yükü verdiğiniz zaman kendi ölüm fermanınızı kendiniz hazırlıyorsunuz demektir. Bir disiplinden uzaklaştığınız için geneli mutlu etme şansınız azalır. Buraya yıllarca emeğini vermiş, para bulmaya ve inşaatı bitirmeye çalışmış, bugüne kadar da buranın ayakta durması için çaba göstermiş ana yönetici kitle, bu baskılar karşısında farklı düşüncelerle esas hedeflerini yitirebilirler. Geçmişte mütevelli dediğimiz kişiler, vakıf binalarını vakfeden kişinin senedine göre yönetirdi. Bu çarşının senedinin sahipleri, oranın yöneticileridir. Bu çarşı 15. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan Kapalıçarşı’nın devamıdır; 1950 sonrası örneğidir. Burasını çarşı geleneğimizin gelişiminin eşik noktası olarak saklamamız gerekir. Bu da birbirimize saygılı ve dikkatli bir disiplin anlayışının buraya egemen olmasıyla söz konusu olacaktır. Katılımcı mimarların işbirliğiyle çarşıya daha farklı neler katabiliriz, nasıl yeni dinamikler yaratabiliriz, çarşı olarak 2010 Avrupa Kültür Başkenti organizasyonuna nasıl bir yaklaşımla entegre olabiliriz, bunları tartışmak gerekiyor.

Bursa’da Hanlar Bölgesi’ni ayağa kaldırıyoruz. Bölgeyi yanlışlıklardan arındırıyor, gece kullanımına açıyoruz. Her türlü kolaylığı bölgeye getiriyoruz. Hanlar Bölgesi 24 saat yaşayacak Bursa’da… Aynı şeyi Gaziantep’te de başardık. Esnaf hava kararmadan dükkânlarını kapatırdı. Gelirler çok sınırlıydı. Çarşıyı onardık. Artık çarşıda gecede lambalar eşliğinde çalışılıyor. Gelirleri de dört misli arttı. Yani Manifaturacılar Çarşısı’nda da kendi özel çıkarlarımızı her şeyin önünde tutmayan, çok boyutlu bir anlayışa ihtiyacımız var.