27 Ocak 2011 Perşembe

BUZKAŞİ: MÜCADELE VE GELENEK


Rambo filminde kahramanın Afgan mücahitlerle oynadığı bir oyun hepimizin hafızalarında yer etti. Buzkaşi oyununu 2006 Şubatı'nda Afganistan'da kanlı canlı izleme şansını yakaladım.

Kâbil’de her cuma namazından sonra Buzkaşi oynanıyor. Ama oyunların oynandığı yere girmek kolay değil. Önce ilk beş dakika boyunca kapıdaki askerlere Türkiye’den geldiğinize ve üzerinizde bomba bulunmadığına inandırmak zorundasınız.

Buzkaşi futbol sahası büyüklüğündeki bir alanda oynanıyor. Sahaya girdiğimizde atlılar ısınmaya başlamıştı. Sahadaki atların sahibi içişleri Bakanı yardımcısıydı; o henüz tribünleri şereflendirmediği için oyun başlayamıyordu. Tribünün önünde sanki hiç atlı görmemiş gibi sürekli fotoğraf çeken yabancı davetliler de var. Bakan yardımcısı teşrif ederken yabancı grup sert bir anonsla yerlerine oturtuldu. Zavallılar oyun boyunca ayağa bile kalkamadılar.

Buzkaşi, ölü bir küçükbaş hayvanın tribünün hemen önündeki daire şeklindeki alandan alınıp, sahayı bir tur dolaştıktan sonar tekrar aynı bölgeye bırakılmasına dayanan heyecan verici bir oyun. Takımlar halinde oynanabildiği gibi bireysel olarak da oynanabiliyor. Tabii herşey bu kadar basit değil. Bu oyun belki de hayatımda gördüğüm en fazla güce dayalı sporlardan biri. Oyuncular, bacakları atlar arasında ezilmesin diye çok kalın kumaşlı pantolanlar giyiyorlar. Oyunda kullanılan tek alet, atları hızlandırmak ve yer yer atlıların birbirlerinin canını acıtmak için kullandığı kırbaçlar…


Oyun, bakan yardımcısının işaretiyle başladıktan sonar tahditli bölgeye ölü hayvanı bırakan ilk atlı, bakan yardımcısından ödülünü almak için tribünlere sürüyor atını. Ödül bin Afgani (27 TL). Geleneğe gore sayı yapan her oyuncuya tribünlerden verilen ödül miktarının arttırılması gerekiyor. Oyun sonuna doğru ödül dört-beş bin Afgani’yi buluyor. Eğer tribündeki hatırı sayılır kişi sayısı yüksekse bu miktar daha da fazlalaşıyor. Sayı yapıldıktan sonra oyun keçinin tahditli bölgeden alınmasıyla yeniden başlıyor. Keçiyi yerden alan kırmızı takım oyuncusunu, bayrağa kadar karşı takımdan sadece bir kişi takip edip keçiyi elinden almaya çalışıyor. Diğerleri ise esas mücadele için bekliyorlar. İzlediğimiz oyunda kırmızı takım para ödüllerinin tamamını toplamakla kalmadı, keçiyi yeme hakkını da kazandı.


Mayıs 2006, Atlas

24 Ocak 2011 Pazartesi

KAHRAMAN İMÇ AVM'LERE KARŞI

Sultanhamam esnafı 57 yıl önce modern bir açık hava çarşısı yapmak için bir araya geldiğinde, mimar Victor Gruen Amerika’da dünyanın ilk kapalı çarşısını tasarlıyordu. Gruen’in yarattığı akımın İstanbul’a yansıması 1988’de Galleria Alışveriş Merkezi’yle oldu. AVM’lerin tüm Türkiye’ye yayılması kapitalizminin dünyaya yayılmasından bile daha kısa sürdü. Artık önümüz, arkamız, sağımız, solumuz AVM.





1954 İstanbul’u… Sultanhamam’da bir grup esnaf modern bir çarşı inşa etmenin yollarını arıyor. O yıllarda Tahtakale ve Sultanhamam çevresi manifaturacılarla dolmuştu. Dar sokaklarda mal indirip bindirmek, müşterilere hizmet etmek zorlaşmıştı. Bu noktada İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay bir karar alarak Sultanhamam, ve çevresinin araç trafiğine kapatılması ile ilgili tebligatı esnafa bildirdi. Hemen hatırlatmakta fayda var, bu tebligat hâlâ uygulanmıyor.

Manifaturacı Remzi Peker öncülüğünde Kısmet Han’da yapılan toplantılar kısa sürede bin girişimci manifaturacıyı bir araya getirmeye başardı. Belediyenin imara açmak istediği Unkapanı’ndaki arsa bin kişinin kurduğu kooperatife önerildi. Belediye, Saraçhane-Unkapanı arasındaki alanı istimlâk edecek ve imara açacak. Kooperatif de belediyenin çıkardığı tahvillerden satın alarak inşaata başlayacaktı. Ancak belediyenin iki koşulu vardı. Uzunluğu neredeyse bir kilometreyi bulan bu alan için bir şehircilik yarışması açılması ve bu yarışmadan elde edilen verilerle birlikte çarşının mimari projesi için ikinci bir yarışma düzenlenmesi.

Kooperatif bu somut öneriyi görüşmek üzere genel kurulu 1 Eylül 1955 tarihinde olağanüstü toplantıya çağırdı. Adnan Menderes hükümeti, Vatan ve Millet caddelerini açarken yaptığı kamulaştırmalarda vatandaşa tahvil dağıtmıştı. Kooperatif 30 milyon liralık tahvil toplayarak araziyi satın aldı.

27 Ağustos 1958 yılında düzenlenen şehircilik yarışmasının amacı, mimari proje yarışması öncesinde arazinin istimlâk sınırları ve imar durumunu netleştirmek ve İstanbul’un en canlı tarihi merkezlerinden birinde yapılacak olan projenin Süleymaniye Külliyesi, Bozdoğan Kemeri ve benzeri yapılarla olacak ilişkisini belirlemekti.

Yarışma yönetmeliğine yazılmasa da, yarışma katılımcılarına sözlü olarak bildirilen verilerden biri, dönemin Başbakanı Adnan Menderes tarafından ortaya atılan bir öneriydi: Menderes, Atatürk Bulvarı’nı dik kesen, Unkapanı’ndan Süleymaniye Külliyesi’ne doğru yetmiş metre genişliğinde bir bulvar açmak istiyordu. Bu veri yarışma projelerinde kullanılsa da hayata geçmedi. İyi ki de geçmedi çünkü bu fikir uygulansaydı İstanbul’un en eski mahallelerinden biri olan Süleymaniye sivil ve dini yapılarıyla birlikte yok olacaktı.

Jüri, yarışmaya gönderilen on dört proje arasından Yüksek Mimar Cihat Fındıkoğlu, Yüksek Mimar Kâmil Bayur, Yüksek Mimar Tarık Aka, Yüksek Mimar Niyazi Duranay ve Yüksek Mimar Özdemir Akverdi’nin ortak projesine birincilik verdi. Belediyenin Planlama Müdürlüğü’nün başındaki İtalyan Profesör Piccinato, birinci gelen projeye, yapının Süleymaniye Külliyesi’yle ilişkisini güçlendirmek amacıyla bazı ekler yaptı. En önemli önerisi blokların yönünün Süleymaniye Külliyesi’ne doğru döndürülmesiydi.

19 Şubat 1960 tarihinde kooperatif davetli bir yarışma düzenledi. Yarışma şartnamesiyle birlikte katılımcı mimarlara uyulması istenen yapı programı ve mevzi imar planıyla elde edilen veriler duyuruldu. Jüri, Yüksek Mühendis Mimar Doğan Tekeli, Yüksek Mühendis Mimar Sami Sisa, Yüksek Mühendis Mimar Metin Hepgüler tarafından hazırlanan Site Mimarlık’ın projesine birincilik ödülünü verdi. 1954 yılında masa başında ortaya atılan fikrin altı yıllık bir süreçte bürokratik altyapısı tamamlanmış; mimari projeleri de üretilmiş oldu. 15 Mart 1961’de İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı General Refik Tulga’nın katıldığı bir törenle çarşının temel atma töreni gerçekleşti.

Hafriyatta bazı mezarlarla karşılaşılması üzerine belediye projede bazı değişiklikler talep etti. Bu talepler İMÇ’nin mimarları tarafından projeye eklenerek hayata geçirildi. Bugün İMÇ’nin 3. bloğunun önündeki mezarlar, bu yerinde değişikle kurtarılmış oldu. Mezar taşları üzerinde yapılan araştırmalarda, mezarlardan birinin Fatih Sultan Mehmet’in hocası ve İstanbul’un ilk belediye reisi kabul edilen Hızır Bey’e, diğerinin ise Cihannüma ve Keşfü’z Zunûn isimli eserleriyle 17. yüzyıla damgasını vuran Kâtip Çelebi’ye ait olduğu anlaşıldı.

Türk-İslam çarşı geleneğinin modern bir denemesi olan İMÇ’nin tasarımının en önemli özelliği çevresine duyarlı olmasıydı. Doğan Tekeli, Sami Sisa, Metin Hepgüler’in bu zorlu tasarım sürecinde blokların yönünü doğru belirlemek, çevredeki tarihsel yapılarla çarşı arasında güçlü bir bağ kurabilmek, yaya sirkülasyonunuyla araç trafiğini çözümlemek için çalıştılar. Blokları Şehzade Külliyesi, Zeyrek Camii (Pantokrator Kilisesi), Bozdoğan Kemeri, Şebsafa Camii ve en önemlisi de Süleymaniye Külliyesi’nin görünümünü etkilemeden yerleştirdiler. Bununla kalmayıp çarşının içinde bu tarihi yapıların izlenebileceği manzara terasları tasarladılar. Geleneksel öğeleri çağdaş bir anlayışla yorumladılar.

Bu zorlukları aşarken İstanbul’un zengin mimarlık geçmişinden de yararlandılar. İMÇ’nin arkasında kalan Süleymaniye Mahallesi’nin geleneksel konutlarını, bedestenleri, hanları ve Kapalıçarşı’yı oluşturan İstanbul’un ticari geçmişini çok iyi bir şekilde inceleyerek tasarımlarını geliştirdiler. Site Mimarlık’ın tasarım sürecindeki özenli yaklaşımları, İMÇ’nin çağdaş bir mimarlık yapısı ve Kapalıçarşı geleneğinin 1950 sonrası en görkemli örneği olmasını sağladı.

Türkiye’nin en büyük inşaatı, yedi yılda tamamlandı. İçinde bin kişilik kooperatif üyelerinin, kooperatif yönetiminin, mimarların, mühendislerin, müteahhitlerin, belediye uzmanlarının, yüzlerce işçi ve ustanın bulunduğu büyük çarklı sorunsuz işledi.

Başbakan Süleyman Demirel, İstanbul’da yapılan dönemin en büyük çarşısının açılışını yapmak için 22 Nisan 1967’de Unkapanı’ndaydı. Başbakanı binlerce İstanbullu karşıladı. Demirel kurdeleyi kesip, çarşıyı dördüncü bloğa kadar gezdikten sonra törenden ayrıldı.

Belediye, İMÇ açıldıktan sonra Sultanhamam ve Tahtakale’yi araç trafiğine kapatmadı. Bu nedenle esnaf çarşıya taşınmadı. Çarşı boş kaldı. Bu durumu Sultanhamam piyasasında yaşanan değişiklikte destekledi. İthalata dayanan piyasa yerini üretime bırakmış Sultanhamam’daki küçük esnaf dükkânlarını kapatmak zorunda kalmıştı.

1970’lere gelindiğinde ise iki olay çarşıya rağbeti arttırdı. Birincisi Sultanhamam’da yaşanan Katırcıoğlu Han yangınıydı. İkinci olay 1972-1973 yıllarında İstanbul’un en kaliteli kadifelerini yapan Epengle’nin çarşıya taşınmasıyla oldu. Epengle’nin getirdiği hareket sonucunda İstanbul’daki tüm kadifeciler birinci bloğa taşındı. Kadifecilerle birlikte gelen mefruşatçılar birinci bloğu doldurdu.

1985 Mayıs’ında dönemin başbakanı Turgut Özal Japonya’ya resmi bir ziyarette bulunacağı duyuruldu. Japonya’ya hareket etmeden önce yaptığı basın toplantısında sanayi dikiş makinesinin gümrüğünü sıfır yaparak ithalatı serbest bıraktı. Bu haberle birlikte konfeksiyon piyasası canlandı; kısa sürede Japonya’dan sanayi dikiş makineleri ithal edilmeye başlandı.

Sayıları hızla artan makineciler kendilerine merkez olarak çarşının ikinci bloğunu seçtiler. Makineciler doğal olarak konfeksiyon piyasasının da buraya taşınmasına neden oldu. Artık çarşı dolmuştu. Çarşının ismi tüm iş kollarına uyuyordu. Müzikçiler, “İstanbul Müzikçiler Çarşısı”; mefruşatçılar, “İstanbul Mefruşatçılar Çarşısı”; makineciler, “İstanbul Makineciler Çarşısı”, kooperatif kurucuları da çarşının özgün ismi olan “İstanbul Manifaturacılar Çarşısı”nı kullanıyordu.

İstanbul Manifaturacılar ve Kumaşçılar Çarşısı birçok yönden önemli bir yapı. Sadece binden fazla tüccarın bir araya gelerek düşüncelerini yaşama geçirmeleri bile 1950’lerin Türkiye’sinde büyük bir başarı. Metrekare hesabına döküldüğünde İMÇ o yıllarda Türkiye’nin en büyük yapısı.

İMÇ çağdaş bir Türk yapısı çünkü ruhunda Sultanhamam’ın daracık sokaklarında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gün be gün gelişen bir iş kolunun heyecanını taşıyor. Mimar Kemalettin’in, Vedat Tek’in öncülüğünü yaptığı Birinci Ulusal Mimarlık akımını, İkinci Ulusal simgeleri Emin Onat ve Sedat Hakkı Eldem’in yarattıklarını sindirerek, ulusal değerlerimizi evrensele taşıyabilmiş bir yapı.

Çarşının tasarımında çarşıyla Süleymaniye Külliyesi arasından yer alan geleneksel konut mimarisinin simgesi cumbaların, Tahtakale’nin ünlü hanlarının kullanıcılarına kolaylıklar sağlayan mimari çözümlemelerinin, Türk-İslam mimarisinin vazgeçilmezi avlunun ve en önemlisi Süleymaniye’ye saygının yeri var! Kapalıçarşı’nın, Mısır Çarşısı’nın ve tüm İslam coğrafyasına yayılmış geleneksel çarşı fikrinin izleri var…

İşte bu yüzden birçok mimarlık ve mimarlık tarihi tezine konu oldu İstanbul Manifaturacılar ve Kumaşçılar Çarşısı... Bu yüzden dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden biri kabul edilen Aga Khan Mimarlık Ödülleri’ne, bizzat Aga Khan Vakfı tarafından 1980 yılında aday gösterildi.

İMÇ uzun yıllar İstanbul’un en büyük çarşısı olma özelliğini sürdürdü. AVM akımı 1988’de Galleria Alışveriş Merkezi’nin açılışıyla İstanbul’a ulaştı. Akmerkez, Carrefour, Capitol ve diğerleri… Sonrası herkesçe malum bir süreç… Neredeyse her kilometreye bir alışveriş merkezi yapma çılgınlığı hâlâ devam ediyor. AVM’ler çoğaldıkça trafik keşmekeşi artıyor. Sosyal yaşamtımızdaki keşmekeş trafikten de beter. İnsanlar sokaklardan soyutlanarak AVM’lerde “konserve” yeni yaşamla tanıştırılıyor. Artık geleneksel bir Türk ailesinin tatil günleri AVM’lerde geçiyor; çocuklar oyun merkezinde, hanımefendiler mağazalarda alışverişte, beyefendiler Amerikan kahvehanelerinde. Neyse ki akşam olduğunda tüm aile AVM’nin üst katındaki sinemada bir araya geliyor!

İMÇ de bu sürece karşı ayakta durmakta zorlanıyor... Zamanın ve esnafın yarattığı yapı üzerindeki tahribatı gün geçtikçe çoğalıyor. Özensiz tabela kullanımı ve vitrin genişletmeleri nedeniyle İMÇ’nin pişmiş toprak tuğlalarla kaplı özgün cephesi tamamen yok oldu. Osmanlı evlerinin klasik öğesi cumbaların modern yorumları dükkânların içine katıldığı için algılanamaz hale geldi. Çarşının şadırvanı büfeye dönüştürüldü. 2010 yılında İMÇ Yönetimi’nin çarşının özgün haline dönüştürülmesi için çarşıyı tasarlayan mimari büroya başvurması umutlandırıcı bir haber. İMÇ; kimlikli, yeniliklere açık, çağdaş bir işletme anlayışıyla ve özgün mimarisini koruyarak AVM’lere karşı savaşı kazanabilir. Çünkü İMÇ, bir dönemin mimarlığının ve manifaturacıların 1950’li yıllarda gerçekleştirdikleri muhteşem imecenin işareti olarak korunmalıdır.

Çağdaş sanat müzesi İMÇ






1967 yılında açılan çarşıda, mimar Doğan Tekeli’nin önerisiyle, sekiz çağdaş Türk sanatçısının elinde çıkma dokuz sanat eseri farklı bloklara yerleştirilmişti. Doğan Tekeli inşaat sürerken ortaya attığı fikri ve sonrasını “İmeceden İMÇ”ye isimli kitapta şöyle anlatıyor:

“…Şimdi efendim o esasında benim fikrimdi ama o zaman yapılara sanat eseri koyma fikri dünyada olan bir uygulama. Bir de Türkiye’de sanatçıların ve bazı siyasilerin de etkisiyle devlet yapılarına sanat eserleri konulmasıyla ilgili bir kanun yahut bir yönetmelik çıktı. Yönetmelikte, yapı maliyetinin yüzde ikisi kadar sanat eseri konacak devlet yapılarına, deniyordu. Böyle bir fikir genel olarak vardı havada. Bu fikirdir muhtemelen bana ilham veren. Ben de bunu sıfırdan icat etmedim. Şunu düşündüm; bu yapı Türkiye’de o dönemde bir defada yapılan en büyük ölçekli yapı. O zaman yapının otuz kırk yıl içinde bugünkü haline geleceğini de tasavvur edemiyordum. Bu yapı çağdaş Türk sanatından örnekler taşımalı dedim, kanunun esprisine uygun olarak. Süleymaniye’de nasıl Karahisâri’nin hatları, Sarhoş İbrahim’in vitrayları var, bu da öyle bir şey; çağın Türk sanatından bir örnek taşımalı…”

Eserler:
I. Blokta Kuzgun Acar’ın “Kuşlar” heykeli,
I. Blokta Füreya Koral’ın seramik panosu,
I. Blokta Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun mozaik panosu,
I. Blokta Eren Eyüboğlu’nun mozaik panosu,
II. Blokta Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “İstanbul” mozaik panosu,
II. Blokta Yavuz Görey’in beyaz mermer çeşme plastiği,
V. Blokta Ali Teoman Germaner’in doğal taştan duvar rölyefi,
V. Blokta Sadi Diren’in seramik panosu,
VI. Blokta Nedim Günsür’ün “Atlar” mozaik panosu.

AVM’lerin İstanbul işgali sürerken İMÇ nazara geldi

2005 yılında İstanbul’un her köşesinde AVM’ler yükselirken, İMÇ Yönetimi çarşının yanında sahibi olduğu boş bir araziye otopark yapmak için belediyeye başvurdu. Başvuru sırasında askıda bekleyen bir imar planı değişikliği İMÇ yönetiminin gözüne çarptı. 22.09.2005’te onanan 1/5000 ölçekli nazım imar planı ile 1/1000 ölçekli imar planında İMÇ’nin bulunduğu alan “prestij konut alanı” olarak gösterilmişti. Daha da ilginç olan durum yeni plana itiraz süresi o gün doluyordu. İMÇ Yönetimi hemen askıdaki plana itiraz etti; yürütmeyi durdurmak için dava açtı.

Büyükşehir Belediyesi İMÇ’nin altı bloğunu yıkarak yerine “elli prestij konutu ve arasta karakterinde çarşı” yapmak istiyordu. Prestij konutlarının mimarisi geleneksel Osmanlı evini esas alarak tasarlanacaktı. Yani binin üzerindeki dükkândan oluşan çarşı kamulaştırılacak, 1950 sonrası çağdaş mimarlık örneği, Türkiye’nin o dönemde yapılmış en büyük çarşısı yıkılacak, yerine de “elli prestij” konutu yapılacaktı.

Gazeteciler, mimarlar, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları İMÇ’nin yanında yer aldı. Çarşının korunması yönünde fikir belirttiler. Dönemin Eminönü Belediye Başkanı Nevzat Er bile yıkım kararının yanlış olduğunu söyledi. Ancak Büyükşehir Belediyesi kararından dönmedi. Son noktayı Danıştay koydu. 13 Kasım 2008 tarihinde belediyenin itirazını da reddeden Danıştay “özgün mimari kimliği, ödül almış Cumhuriyet Dönemi yapıları ve değişik dönem kültür mirasıyla bütünleşmiş” çarşının yıkılıp yerine villa yapılmasının “şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olmadığını” belirtti.

1954’te Amerika’daki çarşıların vaziyeti umumiyesi

Sultanhamam esnafı çağdaş bir çarşı hayaliyle Kısmet Han’da toplanırken, aynı yıl Amerika’da Victor Gruen isimli bir mimar da çevreye duyarlı, insancıl bir kompleks tasarımı üzerine çalışıyordu. Amacı insanları bir araya getirerek sosyalleşmelerini sağlamaktı.

Aslen Avusturyalı ve koyu bir sosyalist olan Gruen, Hitler’in politikalarını benimsemediği için 1938’de Amerika’ya göçmen olarak gitti. Gruen’in tasarladığı Southdale Mall’un 1956 yılındaki açılışında Amerika’da yer yerinden oynadı. Dünyanın ilk kapalı alışveriş merkezi binlerce Amerikalının akınına uğradı. Amerikanın en önemli gazeteleri ve dergileri bu olayı ön sayfalarından duyurdu. Gazetecilerin deyimiyle Southdale alışveriş merkezi “Amerikan tarzının vazgeçilmez bir parçası” olmuştu. Gruen’in sosyal merkez konseptinin örnekleri kısa sürede ticarileşerek arttı. Konsept kalite kaybına uğradı, sosyal amaçlı özelliklerini kaybetti. Fikrinin yozlaştırıldığını gören Gruen 1970’lerde “bu soysuz gelişmelere nafaka vermeyi reddediyorum” diyerek Amerika’ya terk etti. Avusturya’ya döndü. “Mall Maker” 1980 yılında da Avusturya’da vefat etti.

Peki İstanbullular AVM’lere “nafaka vermeyi reddederlerse” ne yapacaklar? Gruen gibi şanslı olmadığımız çok açık. Şimdiden uzakta bir köy aramaya başlayalım. Yarın çok geç olabilir.

21 Ocak 2011 Cuma

STARBUCKS’TAN DEFİHACETE ŞİFRE PLANI


Tüketim çılgınlığının geldiği son nokta bu: Tüketmezsen işeyemezsin! Amerikan kaynaklı kahve firması Starbucks, dünyada uzunca bir süredir uygulandığı söylenen “şifreli tuvalet” sistemini güzel ülkemle tanıştırdı. Artık bu kahvehaneye gidip “önce tuvalete gireceğim arkadaş sonra kahvemi yudumlarım” demek yok. İlk önce kahve, sonra şifre, akabinde defihacet!

Starsbucks İletişim ve Sosyal Sorumluluk Müdürü Aslı İnoğlu konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada “Yoğunluğun fazla olduğu mağazalarımızda tuvaletleri mağaza müşterilerimizin öncelikli olarak kullanabilmesi için müşteri talebi doğrultusunda uygulamaya başladık. Şifre almadan tuvalet kullanılamıyor. Bunun içinde alışveriş yapmak gerekiyor. ABD’de de müşteri yoğunluğunun fazla olduğu mağazalarda uygulanıyor” demiş. (Milliyet Gazetesi, 18 Ocak 2011)

Bu açıklamadan müşterilerin tuvalet kapısı önünde uzun kuyruklar oluşturduğu, uzun süre defihacet etmek için beklediği, beklemekten sıkılanların kahvehane yönetimine şikâyette bulunduğunu anlıyoruz. Yönetim de şikâyetin gereğini yerine getirmiş ve şifre yöntemiyle tuvaletlere girişi başlatmış. Ancak açıklamadaki hatayı ister istemez fark ediyorsunuz. Şirket Amerikan olunca Türkçe’ye pek dikkat etmiyor olsa gerek. İnoğlu “mağaza müşterilerimizin öncelikli olarak kullanabilmesi için müşteri talebi doğrultusunda uygulamaya başladık…” demiş. Bu cümleden kahve almış müşterinin “öncelikli” olarak tuvaleti kullanmasının sağlandığı anlaşılıyor. “Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım” havasıyla sadece tuvaleti kullanmak isteyenlerin kahvehane müşterileri beklemesi gerekiyor. Tabii ki durum böyle değil uygulama sadece ve sadece o gün kahve tüketenlere şifre veriyor. Yani kırk yıllık Starbucks müşterisi olmanız da yetmiyor. Kapitalizm “bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırını” tanımıyor.

Esasında durum gayet açık ve net! Kahvehane giderlerini en aza indirip daha fazla kâr etmek için tuvalet kâğıdı ve su masrafını bile kısmayı düşünebiliyor. Buradan kahvehane yönetimine bir öneri de benden: Küçük boy kahve alana küçük abdest şifresi, orta boya büyük abdest, büyük boya ise “full” abdest şifresi verilsin. Göreceksiniz kısa sürede kârlılığınız daha da artacak.

Küçük bir hatırlatmayla defihacet bahsini bitirelim. New York’taki Starbucks kahvehanelerinin tuvaletleri “kamusal tuvalet” olarak kullanabiliyor. Yani tüketmeden defihacet etmek mümkün.

20 Ocak 2011 Perşembe

DİNK'İN HATIRLATTIKLARI

Çocukluğumdan beri bir yerin müdavimi olmak hoşuma gider. Beyoğlu’nda büyüdüm, okudum, karnım doydu. 11 yaşımdan beri İstiklâl Caddesi’nin müdavimiyim. İstanbul’dan kısa süreliğine ayrılsam bile, döndüğümde ilk iş İstiklâl’de volta atmak olur; gideceğim bir yer, göreceğim bir dost olmasa bile…

İstiklâl’de de son durak Nevizade olurdu. Olurdu diyorum çünkü o sokakta beni görünce selam veren kimse kalmadı, dostlar artık oraya gitmiyor, sadece anılar var. Hâlâ geçiyorum Nevizade’den ama artık tıksırıncaya kadar başka yerlerde içiyorum. Nevizade bana, bir mekâna kuru kuruya müdavim olunamayacağını öğretti.

Sonra anladım ki hayat mücadelesi başlayınca müdavim olduğum yerlerin listesi azaldı. Ferhat’la cumartesi sinemaları bitti. Çiçek’teki tek tekçide bira içmiyorum artık… Yeşilçam’daki kahveye gitmiyorum. Minya’yla Boğaz’ı turlarken bağıra çağıra Leo Ferré şarkıları söylemiyoruz. Kış gecelerinde Emirgan'da sahlebe takılmıyorum.

Bütün bunları bana düşündüren tarih 19 Ocak. Hrant Dink’in sırtından vurulduğu tarihten dört yıl sonra beşinci kez aynı noktadayım, Halaskârgazi Caddesi’nde... Tek tekçideki bira dostları; İstiklâl voltacıları; 1 Mayıs’ta yürüdüğümüz yoldaşlar; dernekçiler, çevreciler, mektepliler, kısaca beraber konuşmaktan, yürümekten, kafa çekmekten hoşlandığım dostlar da aynı yerdeler. Kalabalığa şöyle bir göz gezdirdiğimde birçoğunu gördüm. Tanımadığım binlerin yüzleri de aşina... Sanki bundan bilmem kaç yıl önce bir yerde oturup laflamışız, bundan da zevk almışız. Sonra gerisi gelmemiş gibi… Hepsi hayat dolu, umudunu kaybetmemiş yüzler görüyorum. Çaktırmadan gülümsüyorum. Sonra kızıyorum kendime, kendine gel diyorum. Ama o umut dolu gülümsemeyi silemiyorum yüzümden.

Her 19 Ocak’ta kalabalıklar arttıkça yüzümdeki gülümseme de artıyor. Bir sürü olumsuzluğa inat gülümsüyorum. Meclis 18 yaşında bir gencin beş silah ruhsatı birden alabilmesini tartışabiliyor. Aynı meclis bakkaldan içki alma yaşını 24’e çıkarmayı da görüşüyor. Polisin üniversite öğrencilerini her gördüğü yerde dövmesi sıradan bir haberden öteye geçemiyor. Bir üniversite rektörü öğrencilerinin her an polis tarafından aranabilmesi için savcılığa başvurabiliyor. Yargı Türkiye’nin en önemli davalarını yıllarca sonuçlandıramıyor, ama Adalet Bakanlığı Avrupa’nın en büyük adalet sarayını çok kısa sürede bitirmesiyle gurur duyabiliyor. Ne mutlu ki yöneticilerimiz dünyaya yeni bir demokrasi anlayışı sunmanın haklı gururunu taşıyor; konuşmayan, eleştirmeyen, hesap sormayan, itaat eden nurtopu gibi bir toplum doğmaya hazır. Ama ben yine de umudumu kaybetmiyorum, gülümsüyorum. Sadece bunu sağladığınız için kucak dolusu teşekkürler Hrant Dink. Sadece yüzümdeki bu gülümseme için... Gerisine teşekkürlerim zaten yetersiz kalır.

İstanbul, 19.01.2011

19 Ocak 2011 Çarşamba

FATİH SULTAN'IN YAHYA KEMAL'E TAKDİMİ

Her gün gelip geçtiğiniz yoldan evinize doğru yürürken devasa bir Fatih Sultan Mehmet heykeliyle karşılaşırsanız şaşırmayın. Heykeli selamlayın ve evinize, sevdiklerinize doğru yürümeye devam edin. “Bayram değil seyran değil, niçin dikildi bu heykel” sorusunun cevabı çok basit olsa da öğrenmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne resmi başvuruda bulunmanız gerekebilir. Ben öyle yaptım. Belediye, Bilgi Edinme Hakkı Kanunu gereğince verdiği gönderdiği yazıda şu cevabı verdi: “Turistlere Fatih Sultan Mehmet’i tanıtmak için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce yaptırılmıştır.”

Yıldız’daki Yahya Kemal parkında yer alan bu yeni heykel, Barbaros Bulvarı’nda Beşiktaş’tan Balmumcu istikametinde ilerleyen araçları selamlıyor. Fatih’i, yüzyıllar sonra Yahya Kemal’le buluşturan bu yaratıcı projenin hikâyesi ise şöyle: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü Beşiktaş’ın göbeğindeki güzel parkı yenileme kararı aldı. Zamanın ve kullanıcıların tahribatına uğrayan yürüyüş yolları onarıldı, çağdaş bir peyzaj düzenlemesi gerçekleştirildi. Buraya kadar her şey güzeldi. Derken, parka isimin veren şairimizin mütevazı heykelinin karşısına, sadece kaidesi 3 metre yüksekliğinde, toplam yüksekliği ise 6 metreye ulaşan Fatih heykeli dikildi.

Acaba Yahya Kemal’in, ismini verdiği parkta heykeli yeterince güçlü bir imge değil miydi? Beşiktaş’ın –aslında tüm İstanbul’un- nadide yeşil alanlarından biri neden “daha yüksek” ve “daha büyük” bir Türk büyüğüne ihtiyaç duymuştu? Büyükşehir Belediyesi’nin 30 Haziran 2009 tarihli cevabı bu konuya da açıklık getiriyor (İmla hataları Büyükşehir Belediyesi’ne ait):

“Söz konusu parkta bulunan fatih sultan mehmet heykeli, tarihi bir park olan yıldız’ı gezmek, görmek için gelen turistlere tanıtım amacıyla konulmuş olup, parkın isminin değiştirilmesi gibi bir projemiz bulunmamaktadır.”

“Tarihi bir park olan yıldız’ı…” cevabı, belediyenin diktiği heykelden bihaber olduğunu gösteriyor. Çünkü heykel “tarihi” olan Yıldız Parkı’na değil, Yahya Kemal Parkı’na dikilmiş. Koskoca bir kent yönetilirken bunlar atlanmış olabilir düşüncesiyle, internette yaptığım kısa bir aramada Cihan Haber Ajansı’nın servis ettiği ve birçok gazete tarafından kullanılan habere rastlıyorum. Habere göre heykel, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından İstanbul’un fethinin 556. yılı anısına yaptırılmış. Bu durumda Büyükşehir Belediyesi’nin verdiği bilgilerde herhangi bir doğruya rastlamak mümkün değil. Yani “bilgi edinme hakkı”mız “yanlış bilgi verme” şeklinde algılanmış.

Belediyeyi ve verdiği yanlış bilgileri bir tarafa bırakalım, İstanbul’a armağan ettiği eserlerin bir bölümü hâlâ ayakta olan Fatih Sultan Mehmet’i turistlere bu heykelle mi tanıtmalıyız? Ve bunun yeri Yahya Kemal Parkı mı olmalıdır? Daha da önemlisi, ne zaman Fatih’i sadece İstanbul’u fetheden büyük padişah olarak resmetmeyi, heykellerini dikmeyi bırakacağız? Neden belediye Fatih’in kitaplara olan düşkünlüğünü ve tarihe, bilime ve resme sevgisini tanıtmaz? Neden askeriye onun mitolojiye olan ilgisini, Troia Savaşları’nın geçtiği bölgeyi ziyaretini heykelleştirmez? Herhalde bu, tarihe tek yönlü bakışımızdan kaynaklanıyor.

Diğer taraftan, Yahya Kemal’in yarattıklarına sırtımızı mı döneceğiz? Ustanın “aziz İstanbul”a bakan heykeli, yaklaşık 50 metre mesafeden devasa kaideli Fatih Sultan Mehmet’i seyrediyor. Elindeki baston kırık. İsminin geçtiği herhangi bir yazı yok. Heykelin ona ait olduğunu parkın isminden ve kaideye işlenmiş

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer”

dizelerinden anlaşılıyor.

20.08.2009, Habervesaire

18 Ocak 2011 Salı

SİNAN'IN SU KEMERLERİ

2007 yılının Temmuz ayının sonunda haber ajanslarının geçtiği bir haber tüm ulusal gazetelerin ilk sayfalarında yer aldı. Aslında haber etkileyici bir fotoğraftan ibaretti: Alibeyköy Baraj Gölü’nün kurumuş topraklarında yükselen anıtsal bir su kemeri! Altına da büyük harflerle “Kuraklık Sinan’a Yaradı”, “Barajda Su Bitti Sinan’ın Şaheseri Ortaya Çıktı” “Baraj Kuruyunca Sinan’ın Büyük Eseri Ortaya Çıktı” ve benzeri başlıklar attılar ulusal gazetelerin editörleri.

Ortaya çıkan kemer miydi, yoksa cahilliğimiz mi bilinmez! Bildiğimiz tek şey İstanbul’daki kuraklığının simgesi olarak gösterilen fotoğraftaki kemerin tamı tamına 443 yıldır İstanbul’a durmadan su taşımasıydı. Daha da ilginci Alibeyköy Baraj Gölü’nün tamamıyla kuruduğu Ağustos 2007’ye kadar mühendislik harikası kemerin üstünden geçen sular evlerimize doğru akıyordu. Bahsettiğimiz su kemerinin adı Mağlova: Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’a su getirmek amacıyla Mimar Sinan’a inşa ettirdiği Kırkçeşme Su Yolu’nun en görkemli kemeri. Belki de dünyadaki benzerlerinin en görkemlisi… Tasarımcısı Mimar Sinan’a “sadece bu eseri yapsaydı bile dünyada büyük bir mimari deha olarak anılırdı” övgüsünü kazandıran su mimarlığının başyapıtı. Bugün mimarlık tarihçilerinin haklı övgülerini kazanan kemer, aslında Belgrad Ormanı’ndaki suyu İstanbul’a getiren sistemin onlarca kemerinden sadece biriydi. Kanuni Sultan Süleyman İstanbul’a su getirme işini Sinan’a sipariş ettiğinde, Sinan bu işin olabileceğini ama çok büyük bir bütçe harcanacağını “suyun çıktığı yerden kente altın keselerinin uç uca dizilmesi gerekir” benzetmesiyle aktarır padişaha. Kanuni’nin cevabı ise en az Sinan’ın benzetmesi kadar manidardır: “Sen suları buraya getir, ben keseleri yan yana dizmeye de razıyım”.

Sinan, Roma ve Bizans dönemlerinde kullanılan, büyük ölçüde tahrip olmuş su yollarını izleyerek muhteşem kemerlerini bu hat üzerine inşa etmeye karar verir. Çalışmaların başlamasıyla birlikte büyük bir dedikodu furyası Saray çevresinde ağızdan ağza yayılır. Dedikodular, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’la evli olan ve tutuculuğuyla nam salmış veziriazam Rüstem Paşa kaynaklıdır. Eleştiriler, Belgrat Ormanı civarında İstanbul’a yetecek kadar suyun olmadığı ve padişahın paralarının boşa harcandığı yönünde yoğunlaşır. 1554 yılında başlayan Kırkçeşme Su Yolu inşaatı 1563 yılında tamamlandığında Mimar Sinan’ın haklı olduğu ortaya çıkar; o dönemde suyun debisini ölçmeye yarayan lülelerden geçen su miktarı ayda 180 bin metrekübe yaklaşmaktadır. Bu rakam diğer su sistemlerinin de eklenmesiyle 650 bin metreküp/aya ulaşmaktadır. İSKİ verilerine göre Temmuz 2008 boyunca İstanbul’a verilen su miktarı yaklaşık 60 milyon metreküptür. Herhalde sadece bu rakamların karşılaştırılması bile Mimar Sinan’ın günümüzden 445 yıl önce inşa ettiği Kırkçeşme Su Yolu’nun başarısını kanıtlamaya yeter. Bir başka ilginç istatistik ise bütçeyle ilgili: Dört yüzden fazla yapının, tasarımından yapımına kadar başında duran Mimar Sinan’ın en yüksek bütçeli işi de, İstanbul’un su sorununu çözen 50 milyon akçelik bu büyük projedir.

Peki, uzunluğu 55 kilometreyi aşan bu sistem nasıl çalışıyordu? Sistemin ana kaynakları Kâğıthane Deresi’ni oluşturan küçük derelerdi. Doğuda Kirazlı, Topuz, Paşa derelerinden batıdaysa Ayvad, Orta, Bakraç derelerinden alınan sular kemerler vasıtasıyla İstanbul Suriçi’ne aktarılıyordu. Tabii ki bu uzun yol boyunca başka derelerden alınan sular da sisteme katkı sağlıyordu. Bunlardan en önemlisi Cebeciköy Deresi’nden gelendir. Yüksek bir noktaya suyun pompalanamadığı 16. yüzyılda suyun seviyesini düşürmemek esastı. İki tepe arasına yapılan kemerlerle su vadiye inmeden, yani seviyesi düşmeden ikinci tepeyi aşmış oluyordu. Kırkçeşme Su Yolu’nun doğu hattından gelen sular Kovuk Kemer’den (Eğri Kemer), batı hattından gelenler ise Uzun Kemer’den geçerek Baş Havuz’a (Havz-ı Kebir) ulaşıyordu. Baş Havuz’da birleşen iki kol, günümüzde Alibeyköy Baraj Gölü’nün bulunduğu vadiyi Mağlova Kemeri sayesinde aşarak Güzelce Kemer’den geçiyordu. Cebeciköy Deresi’nin sularıyla güçlenen Kırkçeşme hattı, Balıklı Havuz ve irili ufaklı birçok kemeri aşarak Ayvansaray’daki Eğrikapı’dan İstanbul Suriçi’ne giriş yapıyordu. Bu noktadan sonra görev İstanbul’un güzelim Klasik Dönem çeşmelerine ve suları çeşmelerden evlere dağıtan sakalara düşüyordu.

İşletmeye açılmasından yaklaşık bir yıl sonra, büyük bir sel felaketi özellikle Uzun Kemer ve Mağlova Kemeri’ne büyük zarar verir. Sinan 1564 yılında bu iki kemeri onararak bugünkü görünümlerine kavuşturur. Selin büyüklüğü ve Kırkçeşme’ye verdiği zarar hakkında ayrıntılı bilgileri dönemin tarihçisi Selânikî verir:
“… 971 yılının 1 Seferi’nin sabahı (20 Eylül 1563) Cihan Padişahı Halkalı Vadisi’nde ava gitmişti. Hava çok yağmur yağacağını gösteriyordu. Onun için Yeşilköy civarında İskender Çelebi Çiftliği’ne sığındı. Şimşeklerle müthiş bir yağmur yağdı, bir gün bir gece sürdü. Yetmiş dört defa yıldırım düştü… Bu devamlı yağış Kırkçeşme kemerlerinden Mağlova Kemeri ve Uzun Kemer’in kısmen yıkılmasına sebep oldu. Padişah yıkılan kemerleri vezirleri ile beraber gelerek gördü. Padişah, sermimâran-ı cihân ve mühendisân-ı devran Sinan Ağa’ya hilâtlar giydirerek iltifatlarda bulundu ve tam salahiyetle tamirini emretti…”

Belgrad Ormanı’ndan İstanbul’a ulaşan bu uzun su yolunun onlarca yapısı arasında beş tanesi var ki boyutları ve güzellikleriyle diğerlerinde ayrılır. Kaynaktan kente doğru sıralayacak olursak: Uzun Kemer, Kovuk Kemer, Baş Havuz, Mağlova Kemeri ve Güzelce Kemer. Uzun ve Kovuk kemerler, hızla betonlaşan İstanbul’un asfalt yollarıyla ulaşabileceğiniz noktadalar. İyi mi yoksa kötü mü karar veremediğimiz bu özelliklerinden dolayı arabayla rahatlıkla bu kemerlerin yanına gidebilir, hatta altından geçebilirsiniz. Roma dönemi kalıntılarının üzerine inşa edilen bu iki kemer de Hasdal-Göktürk yolu üstünde, birbirlerine yaklaşık 3 kilometre uzaklıktalar.

711 metrelik uzunluğuyla Uzun Kemer, Kırkçeşme sisteminin en heybetli kemeridir. Roma dönemi su kemerinin altyapısını kullanılarak inşa edilen kemer ilginç mimari özellikler taşır. Roma ve Bizans dönemlerinin su kemerleriyle Sinan’ın inşa ettiği 16. yüzyıl su kemerlerini cephelerine dikkatli bir şekilde bakarak ayırabilirsiniz. Sinan öncesine tarihlenen su kemerlerinin, temel noktasından tepe noktasına kadar duvar kalınlıkları aynıdır. Buna iyi bir örnek olarak Unkapanı’ndaki 4. yüzyıla tarihlenen Bozdoğan Kemeri’ni verebiliriz. Sinan kemerlerin direncini arttırmak için Roma geleneğini değiştirmiştir: Onun su kemerlerinin duvarları temelde geniş başlar, tepe noktasına doğru incelir. Sinan, topografyanın ve eski altyapıların izin verdiği yerlerde bu kuralı uygulamış, aksi hallerde ise su kemerlerinin mansap tarafına, yani suyun aktığı yöne bakan cephelerine eklediği payandalarla su kemerlerini güçlendirmiştir. Uzun Kemer’i gezecek olursanız, Sinan’ın ikinci seçeneği, 1553 yılında gerçekleşen selin kemere verdiği zarardan sonra, ustalıkla kullandığını görecekseniz.

Artık asfalttan uzaklaşıp Alibeyköy Baraj Gölü Havzası’na girmenin vakti geldi. Beş güzellerimizin üçü; Baş Havuz, Mağlova Kemeri ve Güzelce Kemer ağaçlarla kaplı havzanın içinde bulunuyor. Asfalttan uzak olmak, insan tahribatından da uzak olmak anlamını taşıyor. Kovuk Kemer’in dibindeki su fabrikası veya Uzun Kemer’in hemen yanına geçtiğimiz yıllarda inşa edilen ve adı yarı Türk yarı Amerikan “Kemermall” alışveriş merkezi gibi tarihi eserlerin dokusunu bozan örneklere havzanın içindeki yapılarda neyse ki rastlamıyoruz.

Kemerburgaz’daki Yaşamkent Sitesi’nin arkasındaki toprak yolla ulaşılabilen Baş Havuz veya eski adıyla Havz-ı Kebir’in yaklaşık 14 metre çapındaki silindirik dış duvarını görenler, yapının ne olduğunu anlamakta -haklı olarak- zorlanabilirler. Bir kale burcunu anımsatan Baş Havuz, Kırkçeşme Su Yolu’nun en işlevsel yapılarından biri. Emeklilik yaşı çoktan gelmiş olsa da hâlâ çalışmaya devam ediyor. Kırkçeşme’nin doğu ve batı hatlarından gelen sular bu havuzda birleşiyor; su havalandırılıyor ve pislikler çökeltiliyor; lüleler aracılığıyla debi ölçülüyor. Kısa süreliğine de olsa dinlendirilen suyun bir sonraki durağı yaklaşık 2 kilometre uzaklıktaki Mağlova Kemeri.

Kırkçeşme’nin beş güzeli varsa, en güzeli hiç şüphesiz Mağlova Kemeri’dir. Mağlova isminin nereden geldiği konusunda birkaç varsayım var. İstanbul’u anlattığı kitabının önsözüne yazdığı “diğer bütün kentler ölümlüdür, ama İstanbul, sanırım, insanlar var oldukça yaşayacaktır” cümlesiyle İstanbul’a duyduğu sevgiyi ölümsüzleştiren Gyllius’un iddiası akla en yatkın olanıdır. Mağlova Kemeri’nin yapımından önce bölgeyi ziyaret eden Gyllius, Alibeyköy Deresi’nin eski adlarından birinin Makhleva olduğunu yazar. Kemerin adının da bu isimden geldiği düşünülmektedir. Sinan bu kemerde olağanüstü bir tasarım gerçekleştirerek eşine rastlanmayan bir esere imzasını atmıştır. Beş anıtsal piramidal ayak, ayakların yükünü hafifletmek için her bir ayağa üçer tane koyduğu hafifletme gözleri, selyaranlar, yaklaşık 17 metrelik açıklıkların geçildiği kemerler… Her biri, Sinan tarafından inanılmaz bir incelikle planlanmış ve hayranlık verici bir ustalıkla uygulanmış.

Tüm mimari özellikleri ve keskin mühendislik hesaplarını bir yana bırakalım… Sadece seyrederken insana verdiği o eşsiz zevk bile Mağlova Kemeri’ni insanoğlunun yarattığı ölümsüz eserler arasına sokuyor. Bu görüşümüze 16. yüzyıl yazarı Eyyûbi de katılıyor. Sonradan Menâkıb-ı Sultan Süleyman ismiyle tercümesi yapılarak yayınlanan adsız eserinde, Mimar Sinan’ın Kırkçeşme Su Yolu’nda yarattığı mimarlık başyapıtları için şu yorumu yapıyor:
“Allah ona keramet vermiş ve göğsüne başka bir hal yerleştirmiştir.
Aristo Mimar Sinan’ı görmüş olsaydı onun müridi olurdu”

Beş güzellerin son güzeli Güzelce Kemer, Kırkçeşme Su Yolu’nun İstanbul’a en yakın anıtsal kemeri. Güzelce, Mağlova Kemeri’ne yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta, Mağlova Kemeri gibi Alibeyköy Baraj Gölü’nün içinde... İsminin nereden geldiği bilinmese de bizim naçizâne yorumumuz şöyle: Bu güzel kemerin adı, kemere adını veren kişinin Mağlova Kemeri’ni gördükten sonra Güzelce Kemer’i ziyaret etmesinden geliyor… Eğer bu sırayla gezecek olursanız, eminiz siz de, gerçekten çok güzel olan Güzelce Kemer’e, Mağlova’ya haksızlık olmasın diye “güzelce” derdiniz.

Mimar Sinan 1588 yılında hayata gözlerini yumduğunda, arkadaşı Sâî Mustafa Çelebi, Sinan’ın Süleymaniye Külliyesi’nde bulunan mütevazı türbesindeki kitabeye şu notu düştü:
“…Padişahın emriyle su yollarında özenle çalıştı
Hızır gibi hayatın esası olan suyu akıttı…”

1 Eylül 2008 tarihi itibariyle İstanbul’daki barajların doluluk oranları %20’nin altına indi. Dünya kenti İstanbul yine “hayatın esası olan suyu” kendine doğru akıtacak bilgili yöneticiler ve uzmanlar arıyor. Aranan çözüm bulunana kadar Sinan’ın su sistemi tek iş görür çözüm olmaya devam edecek. İster çalıştırılsın, ister çalıştırılmasın.

01.10.2008, GEO